GÜNÜMÜZ CAHİLİYE TOPLUMUNUN ADI KONMAMIŞ KARANLIK DİNİ
ADAMLIK DİNİ
HARUN YAHYA (ADNAN OKTAR)
Onlar hala cahiliye hükmünü mü arıyorlar? Kesin bilgiyle
inanan bir topluluk için, hükmü Allah'tan daha güzel olan kimdir? (Maide
Suresi, 50)
OKUYUCUYA
• Bu
kitapta ve diğer çalışmalarımızda evrim teorisinin çöküşüne özel bir yer
ayrılmasının nedeni, bu teorinin her türlü din aleyhtarı felsefenin temelini
oluşturmasıdır. Yaratılışı ve dolayısıyla Allah'ın varlığını inkar eden
Darwinizm, 150 yıldır pek çok insanın imanını kaybetmesine ya da kuşkuya
düşmesine neden olmuştur. Dolayısıyla bu teorinin bir aldatmaca olduğunu gözler
önüne sermek çok önemli bir imani görevdir. Bu önemli hizmetin tüm
insanlarımıza ulaştırılabilmesi ise zorunludur. Kimi okuyucularımız belki tek
bir kitabımızı okuma imkanı bulabilir. Bu nedenle her kitabımızda bu konuya
özet de olsa bir bölüm ayrılması uygun görülmüştür.
•
Belirtilmesi gereken bir diğer husus, bu kitapların içeriği ile ilgilidir.
Yazarın tüm kitaplarında imani konular, Kuran ayetleri doğrultusunda
anlatılmakta, insanlar Allah'ın ayetlerini öğrenmeye ve yaşamaya davet
edilmektedir. Allah'ın ayetleri ile ilgili tüm konular, okuyanın aklında hiçbir
şüphe veya soru işareti bırakmayacak şekilde açıklanmaktadır.
• Bu anlatım
sırasında kullanılan samimi, sade ve akıcı üslup ise kitapların yediden yetmişe
herkes tarafından rahatça anlaşılmasını sağlamaktadır. Bu etkili ve yalın
anlatım sayesinde, kitaplar "bir solukta okunan kitaplar" deyimine
tam olarak uymaktadır. Dini reddetme konusunda kesin bir tavır sergileyen
insanlar dahi, bu kitaplarda anlatılan gerçeklerden etkilenmekte ve
anlatılanların doğruluğunu inkar edememektedirler.
• Bu kitap
ve yazarın diğer eserleri, okuyucular tarafından bizzat okunabileceği gibi,
karşılıklı bir sohbet ortamı şeklinde de okunabilir. Bu kitaplardan istifade
etmek isteyen bir grup okuyucunun kitapları birarada okumaları, konuyla ilgili
kendi tefekkür ve tecrübelerini de birbirlerine aktarmaları açısından yararlı
olacaktır.
• Bunun
yanında, sadece Allah rızası için yazılmış olan bu kitapların tanınmasına ve
okunmasına katkıda bulunmak da büyük bir hizmet olacaktır. Çünkü yazarın tüm
kitaplarında ispat ve ikna edici yön son derece güçlüdür. Bu sebeple dini
anlatmak isteyenler için en etkili yöntem, bu kitapların diğer insanlar
tarafından da okunmasının teşvik edilmesidir.
•
Kitapların arkasına yazarın diğer eserlerinin tanıtımlarının eklenmesinin ise
önemli sebepleri vardır. Bu sayede kitabı eline alan kişi, yukarıda söz
ettiğimiz özellikleri taşıyan ve okumaktan hoşlandığını umduğumuz bu kitapla
aynı vasıflara sahip daha birçok eser olduğunu görecektir. İmani ve siyasi
konularda yararlanabileceği zengin bir kaynak birikiminin bulunduğuna şahit
olacaktır.
• Bu
eserlerde, diğer bazı eserlerde görülen, yazarın şahsi kanaatlerine, şüpheli
kaynaklara dayalı izahlara, mukaddesata karşı gereken adaba ve saygıya dikkat
etmeyen üsluplara, burkuntu veren ümitsiz, şüpheci ve ye'se sürükleyen
anlatımlara rastlayamazsınız.
Bu kitapta
kullanılan ayetler, Ali Bulaç'ın hazırladığı
"Kur'an-ı Kerim ve Türkçe Anlamı" isimli mealden alınmıştır.
"Kur'an-ı Kerim ve Türkçe Anlamı" isimli mealden alınmıştır.
Beşinci
Baskı: Mart 2004, Altıncı Baskı: Ekim 2004
Yedinci
Baskı: Şubat 2005, Sekizinci Baskı: Ocak 2006
Dokuzuncu
Baskı: Şubat 2006, Onuncu Baskı: Mart 2006
Onbirinci
Baskı:Aralık 2009, Onikinci Baskı: Ocak 2013
ARAŞTIRMA YAYINCILIK
Kayışdağı
Mah. Değirmen sokak No: 3
Ataşehir -
İstanbul Tel: (0216) 660 00 59
Baskı: Tor
Ofset
Akçaburgaz
Mahallesi 116 Sokak No:2
Esenyurt /
İstanbul Tel: (0 212) 886 3474
www.harunyahya.org - www.harunyahya.net
www.hayunyahya.tv -
www.a9.com.tr
YAZAR ve ESERLERİ HAKKINDA
Harun
Yahya müstear ismini kullanan yazar Adnan Oktar, 1956 yılında Ankara'da doğdu.
İlk, orta ve lise öğrenimini Ankara'da tamamladı. Daha sonra İstanbul Mimar
Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi'nde ve İstanbul Üniversitesi
Felsefe Bölümü'nde öğrenim gördü. 1980'li yıllardan bu yana, imani, bilimsel ve
siyasi konularda pek çok eser hazırladı. Bunların yanı sıra, yazarın
evrimcilerin sahtekarlıklarını, iddialarının geçersizliğini ve Darwinizm'in
kanlı ideolojilerle olan karanlık bağlantılarını ortaya koyan çok önemli
eserleri bulunmaktadır.
Harun
Yahya'nın eserleri yaklaşık 40.000 resmin yer aldığı toplam 55.000 sayfalık bir
külliyattır ve bu külliyat 73 farklı dile çevrilmiştir.
Yazarın
müstear ismi, inkarcı düşünceye karşı mücadele eden iki peygamberin
hatıralarına hürmeten, isimlerini yad etmek için Harun ve Yahya isimlerinden
oluşturulmuştur. Yazar tarafından kitapların kapağında Resulullah (sav)'in
mührünün kullanılmış olmasının sembolik anlamı ise, kitapların içeriği ile
ilgilidir. Bu mühür, Kuran-ı Kerim'in Allah'ın son kitabı ve son sözü,
Peygamberimiz (sav)'in de hatem-ül enbiya olmasını remzetmektedir. Yazar da,
yayınladığı tüm çalışmalarında, Kuran'ı ve Resulullah (sav)'in sünnetini
kendine rehber edinmiştir. Bu suretle, inkarcı düşünce sistemlerinin tüm temel
iddialarını tek tek çürütmeyi ve dine karşı yöneltilen itirazları tam olarak
susturacak "son söz"ü söylemeyi hedeflemektedir. Çok büyük bir hikmet
ve kemal sahibi olan Resulullah (sav)'in mührü, bu son sözü söyleme niyetinin
bir duası olarak kullanılmıştır.
Yazarın
tüm çalışmalarındaki ortak hedef, Kuran'ın tebliğini dünyaya ulaştırmak,
böylelikle insanları Yüce Allah'ın varlığı, birliği ve ahiret gibi temel imani
konular üzerinde düşünmeye sevk etmek ve inkarcı sistemlerin çürük temellerini
ve sapkın uygulamalarını gözler önüne sermektir.
Nitekim
Harun Yahya'nın eserleri Hindistan'dan Amerika'ya, İngiltere'den Endonezya'ya,
Polonya'dan Bosna Hersek'e, İspanya'dan Brezilya'ya, Malezya'dan İtalya'ya,
Fransa'dan Bulgaristan'a ve Rusya'ya kadar dünyanın daha pek çok ülkesinde
beğeniyle okunmaktadır. İngilizce, Fransızca, Almanca, İtalyanca, İspanyolca,
Portekizce, Urduca, Arapça, Arnavutça, Rusça, Boşnakça, Uygurca, Endonezyaca,
Malayca, Bengoli, Sırpça, Bulgarca, Çince, Kishwahili (Tanzanya'da
kullanılıyor), Hausa (Afrika'da yaygın olarak kullanılıyor), Dhivehi
(Maldivlerde kullanılıyor), Danimarkaca ve İsveçce gibi pek çok dile çevrilen
eserler, yurtdışında geniş bir okuyucu kitlesi tarafından takip edilmektedir.
Dünyanın
dört bir yanında olağanüstü takdir toplayan bu eserler pek çok insanın iman
etmesine, pek çoğunun da imanında derinleşmesine vesile olmaktadır. Kitapları
okuyan, inceleyen her kişi, bu eserlerdeki hikmetli, özlü, kolay anlaşılır ve
samimi üslubun, akılcı ve ilmi yaklaşımın farkına varmaktadır. Bu eserler
süratli etki etme, kesin netice verme, itiraz edilemezlik, çürütülemezlik
özellikleri taşımaktadır. Bu eserleri okuyan ve üzerinde ciddi biçimde düşünen
insanların, artık materyalist felsefeyi, ateizmi ve diğer sapkın görüş ve
felsefelerin hiçbirini samimi olarak savunabilmeleri mümkün değildir. Bundan
sonra savunsalar da ancak duygusal bir inatla savunacaklardır, çünkü fikri
dayanakları çürütülmüştür. Çağımızdaki tüm inkarcı akımlar, Harun Yahya
Külliyatı karşısında fikren mağlup olmuşlardır.
Kuşkusuz
bu özellikler, Kuran'ın hikmet ve anlatım çarpıcılığından kaynaklanmaktadır.
Yazarın kendisi bu eserlerden dolayı bir övünme içinde değildir, yalnızca
Allah'ın hidayetine vesile olmaya niyet etmiştir. Ayrıca bu eserlerin basımında
ve yayınlanmasında herhangi bir maddi kazançhedeflenmemektedir.
Bu
gerçekler göz önünde bulundurulduğunda, insanların görmediklerini görmelerini
sağlayan, hidayetlerine vesile olan bu eserlerin okunmasını teşvik etmenin de,
çok önemli bir hizmet olduğu ortaya çıkmaktadır.
Bu değerli
eserleri tanıtmak yerine, insanların zihinlerini bulandıran, fikri karmaşa
meydana getiren, kuşku ve tereddütleri dağıtmada, imanı kurtarmada güçlü ve
keskin bir etkisi olmadığı genel tecrübe ile sabit olan kitapları yaymak ise,
emek ve zaman kaybına neden olacaktır. İmanı kurtarma amacından ziyade,
yazarının edebi gücünü vurgulamaya yönelik eserlerde bu etkinin elde
edilemeyeceği açıktır. Bu konuda kuşkusu olanlar varsa, Harun Yahya'nın
eserlerinin tek amacının dinsizliği çürütmek ve Kuran ahlakını yaymak olduğunu,
bu hizmetteki etki, başarı ve samimiyetin açıkça görüldüğünü okuyucuların genel
kanaatinden anlayabilirler.
Bilinmelidir
ki, dünya üzerindeki zulüm ve karmaşaların, Müslümanların çektikleri
eziyetlerin temel sebebi dinsizliğin fikri hakimiyetidir. Bunlardan kurtulmanın
yolu ise, dinsizliğin fikren mağlup edilmesi, iman hakikatlerinin ortaya
konması ve Kuran ahlakının, insanların kavrayıp yaşayabilecekleri şekilde
anlatılmasıdır. Dünyanın günden güne daha fazla içine çekilmek istendiği zulüm,
fesat ve kargaşa ortamı dikkate alındığında bu hizmetin elden geldiğince hızlı
ve etkili bir biçimde yapılması gerektiği açıktır. Aksi halde çok geç
kalınabilir. Bu önemli hizmette öncü rolü üstlenmiş olan Harun Yahya Külliyatı,
Allah'ın izniyle, 21. yüzyılda dünya insanlarını Kuran'da tarif edilen huzur ve
barışa, doğruluk ve adalete, güzellik ve mutluluğa taşımaya bir vesile
olacaktır.
İÇİNDEKİLER
YARATILIŞ
GERÇEĞİ .......................................... 10
GİRİŞ ........................................................... 33
HAK DİNE
KARŞI OLAN ADAMLIK DİNİ ...................... 36
ADAM OLMAK.................................................
39
ADAMLIK
DİNİNDEKİ ORTAK PSİKOLOJİ
VE DAVRANIŞ BİÇİMLERİ...................................... 45
VE DAVRANIŞ BİÇİMLERİ...................................... 45
1-
Yapmacık Tavır ve Hareketler ................................................... 46
2- Konuşma
Bozuklukları............................................................. 62
3-
Alaycılık ............................................................................. 73
4-
Umursamazlık ...................................................................... 75
5-
Zalimlik .............................................................................. 78
6-
Kızdırma Taktikleri ................................................................ 80
7- Yeni
Fikirlere ve Eleştiriye Karşı Kapalı Olmak .............................. 85
8-
Misafire Bakış Açısı ................................................................ 87
9- Adamlık
Dininde Yaşlılık Psikolojisi ............................................ 90
10-
Adamlık Dininde İnsan Ayrımı .................................................. 93
11-
Adamlık Dininde Arkadaş Seçme Kriterleri................................... 97
12-
Fırsatçılık ve Çıkarcılık .......................................................... 99
13-
Yancılık ........................................................................... 105
14-
Adamlık Dininde Kavgacı Tavırlar ............................................ 108
15-
Delikanlı Ruhu ................................................................... 109
16- Yanlış
Saygı Anlayışı ............................................................ 111
ADAMLIK
DİNİNDE "LİSELİ" PSİKOLOJİSİ................... 115
ADAMLIK
DİNİNDE "FLÖRT" PSİKOLOJİSİ .................. 122
ADAMLIK
DİNİNDE "EVLİLİK" PSİKOLOJİSİ ................ 132
Düğün
Psikolojisi ..................................................................... 135
Evlilik
Sonrası......................................................................... 138
ADAMLIK
DİNİNDE "KADINLIK" PSİKOLOJİSİ............... 143
Kokona
Karakteri..................................................................... 151
ADAMLIK
DİNİNDE "İŞ" PSİKOLOJİSİ ....................... 169
ADAMLIK
DİNİNDEKİ YANLIŞ İSLAM ANLAYIŞI ............ 179
Batıl
Dinden Kopup-Ayrılabilmek.................................................. 197
SONUÇ ....................................................... 204
DARWINİZM'İN
ÇÖKÜŞÜ .................................... 208
YARATILIŞ GERÇEĞİ
Foklar
kalabalık sürüler halinde yaşarlar. Nasıl olup da bu kalabalık sürünün içinde
anne fok yavrusunu tanır? Diğer pek çok canlı gibi anne fok da, doğumdan sonra
yavrusunu koklar, dokunur. Bu sayede yavrusunun kokusunu tanır ve onu başka
yavrularla hiç karıştırmaz. Allah her canlıyı ihtiyacı olan özelliklerde
yaratandır.
www.unludarwinistyalanlar.com
Gaybın
anahtarları O'nun Katındadır, O'ndan başka hiç kimse gaybı bilmez. Karada ve
denizde olanların tümünü O bilir, O, bilmeksizin bir yaprak dahi düşmez; yerin
karanlıklarındaki bir tane, yaş ve kuru dışta olmamak üzere hepsi (ve herşey)
apaçık bir kitaptadır. (Enam Suresi, 59)
Büyüme
hormonu vücutta hangi bölgelerin genişlemesi gerektiğini adeta bilir. Vücut da
derhal hormonu tanıyarak kendisinden beklenen hareketi yapar. Büyüme hormonu
kemiğe ulaştığında kemik hemen genişlemeye başlar. Küçük bir bebeğin vücudunun
zamanla orantılı şekilde büyümesi de Allah’ın bu hormonu vesile etmesi
sayesindedir.
www.yaratilismuzesi.com
Anne ayı
yuvanın tavanını kimi zaman 75 cm'den başlamak üzere 2 m'ye kadar varan bir
kalınlıkta inşa eder. Araştırmacılar yuvalardaki ısıyı ölçmüş ve hayli ilginç
bir durumla karşılaşmıştır. Dışarıdaki ısı -30 dereceye kadar düşerken, yuva
içindeki ısı 2 ya da 3 derecenin altına hiç düşmemiştir. Bütün bunları kutup
ayısına öğreten herşeyi bilen üstün güç sahibi Allah'tır.
Göklerde
ve yerde olanların tümü Allah'ı tesbih etmiştir. O, üstün ve güçlü (aziz)
olandır, hüküm ve hikmet sahibidir. Göklerin ve yerin mülkü O'nundur. Diriltir
ve öldürür. O, herşeye güç yetirendir. (Hadid Suresi, 1-2)
İnsan
vücuduna her gün çok sayıda mikrop girer. Bu mikroplar savunma sisteminin ilk
aşamasında etkisiz hale getirilmeye çalışılır. Ancak engellenemeyen bazı
mikroplar ve yabancı maddeler dolaşım sistemine girerek yaşamsal tehlike
oluşturabilir. Her insanın sahip olduğu savunma sistemi Allah’ın rahmetinin bir
delilidir.
Yaratan,
hiç yaratmayan gibi midir? Artık öğüt alıp-düşünmez misiniz? (Nahl Suresi, 17)
www.darwinnedenyanildi.com
İnsan
burnunda 1000 civarında değişik koku reseptörü vardır. Bu sayede 10.000'den
fazla farklı kokuyu algılayabilirsiniz. Örneğin bir muzu, elmayı ya da bir
portakalı kokladığınızda o kokuyu algılamanızı sağlayan moleküller koku
reseptörleriyle birleşir ve meyvelere ait kodu oluşturur. Hafızanızda çoktan
var olan bu kod, kokladığınız şeyin hangi meyve olduğunu size tekrar
hatırlatır. Allah insan bedeninde yarattığı mükemmel sistem ile bize yaratma
sanatını tanıtır.
www.yenibilgiyenikonu.com
Evrendeki
uyumu sağlayan en dikkat çekici konulardan biri de simetridir. Doğada
gördüğümüz herhangi bir şey; örneğin bir tohum, bir meyve ya da herhangi bir
yaprak incelenecek olursa yapılarındaki simetrinin varlığı hemen görülecektir.
Kelebeklerin her iki kanadında da aynı renk tonu ve aynı desen vardır. Bir
kanatta bulunan desen diğer kanatta da aynı yerde olacak şekilde mevcuttur.
Canlılardaki benzersiz düzenlilik ve
muhteşem sanat Allah’ın üstün yaratmasıdır.
www.Kurandaadigecencanlilar.com
Uçan
balıklar, kuyruk yüzgecinin çok hızlı hareketiyle sudan dışarıya fırlayan ve
belirli bir mesafe süzüldükten sonra yeniden yavaş yavaş suya düşen
balıklardır. 100 milyon yıldır en küçük bir değişikliğe dahi uğramayan bu
balıklar, evrimcilerin canlıların kökeni ve tarihi hakkındaki tüm iddialarını
yerle bir etmektedirler.
Uçan Balık
Dönem:
Mezozoik zaman, Kretase dönemi
Yaş: 95
milyon yıl
Bölge:
Lübnan
Günümüzde
sadece iki familyası soyunu devam ettiren mersin balıkları hep mersin balığı
olarak var olmuşlardır. Başka bir canlıdan türememiş, başka bir canlıya da
dönüşmemişlerdir. Bu gerçeğin teyidi olan fosil bulguları, diğer tüm canlılar
gibi mersin balıklarının da evrim geçirmediklerini söylemektedir.
Mersin
Balığı
Dönem:
Mezozoik zaman, Kretase dönemi
Yaş: 144 -
65 milyon yıl
Bölge: Çin
Orta
büyüklükte bir ağaç olan çitlembikler ortalama 10-25 metre uzunluğundadırlar.
Bulunan tüm çitlembik fosilleri, bu bitkinin günümüzdeki örnekleriyle bundan on
milyonlarca yıl önce yaşamış örneklerinin tamamen birbirinin aynı olduğunu
ortaya koymaktadır. Bu aynılık, evrim iddiasını yerle bir etmektedir.
Çitlembik
Yaprağı
Dönem:
Senozoik zaman, Eosen dönemi
Yaş: 45
milyon yıl
Bölge:
Green River Oluşumu, Wyoming, ABD
Fosil
kayıtları diğer canlılar gibi bitkilerin de herhangi bir evrim sürecinden
geçmediğini ispatlamıştır. 300 milyon yıl önce yaşamış olan eğrelti otları
gerek görünüm gerekse yapı olarak bugünkü eğrelti otlarının tamamen aynısıdır.
Bu aynılık, evrimi geçersiz kılmakta, Yaratılış'ın bilimsel ve açık bir gerçek
olduğunu ortaya koymaktadır.
Eğrelti
Otu
Dönem:
Paleozoik zaman, Karbonifer dönemi
Yaş: 300
milyon yıl
Bölge:
İngiltere
Eklembacaklılar
filumuna dahil olan at nalı yengeçleri, Chelicerata (kelikeserliler) alt
filumuna dahildirler ve örümcekler ve akrep familyalarına daha yakındırlar.
Resimde görülen 150 milyon yıl yaşındaki at nalı yengeci fosili, Yaratılış'ın
açık bir gerçek olduğunu, evrimin hiçbir zaman yaşanmadığını bir kez daha teyit
etmektedir.
At Nalı
Yengeci
Dönem:
Mezozoik zaman, Jura dönemi
Yaş: 150
milyon yıl
Bölge:
Solnhofen, Almanya
Bundan 100
milyon yıl önce yaşayan vatoz balıklarının sahip oldukları tüm özelliklere
günümüzdeki vatoz balıkları da sahiptir. Bunun anlamı ise, vatozların aradan
geçen 100 milyon yıla rağmen hiç değişmedikleri, yani evrim geçirmedikleridir.
www.proteinolusumu.com
Vatoz
Dönem:
Mezozoik zaman, Kretase dönemi
Yaş: 100
milyon yıl
Bölge:
Lübnan
Elde
edilen sayısız fosil örneği her bir bitkinin kendisine has özelliklerle
yaratıldığını ve var olduğu müddet boyunca herhangi bir değişime uğramadığını
göstermektedir. Bu gerçeği gösteren bulgulardan biri de resimde görülen 54 - 37
milyon yıllık dallarıyla birlikte karaağaç yaprağı fosilidir.
www.darwinistpanik.com
Dallarıyla
birlikte Karaağaç yaprağı
Dönem:
Senozoik zaman, Eosen dönemi
Yaş: 54 -
37 milyon yıl
Bölge:
Cache Creek Oluşumu, Kanada
Darwinistler
canlıların sürekli olarak değiştiklerini, yani evrim geçirdiklerini
söylemektedir. Fosiller ise, canlıların var oldukları ilk andan itibaren hiç
değişmediklerini göstermektedir. Bunun anlamı ise açıktır: Canlılar
evrimleşmemiş, Yüce Allah tarafından yaratılmışlardır.
www.unludarwinistyalanlar.com
Eğrelti
Otu
Dönem:
Paleozoik zaman, Karbonifer dönemi
Yaş: 300
milyon yıl
Bölge:
İngiltere
Kambur
sinekler milyonlarca yıldır aynı yapılarını korumaktadırlar. 45 milyon yıllık
amber de bu gerçeğin kanıtlarındandır. Eğer bir canlı 45 milyon yıldır en küçük
bir değişikliğe dahi uğramamışsa, o canlının evrim geçirdiğinden bahsetmenin
hiçbir imkanı yoktur. Fosiller evrimcilerin yalan söylediklerinin en önemli
göstergesidir.
Kambur
Sinek
Dönem:
Senozoik zaman, Eosen dönemi
Yaş: 45
milyon yıl
Bölge:
Rusya
Fosillerin
gösterdiği gibi, günümüzde yaşayan böcek türlerinin hepsi var oldukları ilk
andan itibaren bugünkü kusursuz yapılarına sahiptir, aşama aşama gelişmemiş ve
hiçbir zaman değişime uğramamışlardır. Bu gerçeğin delillerinden biri de,
resimde görülen amber içindeki 50 milyon yıllık bitki piresidir.
Bitki
Piresi
Dönem:
Senozoik zaman, Eosen dönemi
Yaş: 50
milyon yıl
Bölge:
Polonya
Pelobatidae
(Çamuradalan) familyasına dahil olan bu kurbağa cinsinin bir kısmı arka
ayaklarıyla toprağı kazarak toprak içerisinde, bir kısmı da sulu ortamlarda
yaşar. Bu hayvanlar aniden ortaya çıkmışlar, yani yaratılmışlar ve ilk ortaya
çıktıkları andan bu yana hiçbir "evrime" maruz kalmamışlardır.
www.guncelhaber.org
Dönem:
Senozoik zaman, Eosen dönemi
Yaş: 50
milyon yıl
Bölge:
Messel Oluşumu, Almanya
En eski
kaplumbağa fosilleri yaklaşık 200 milyon yıl öncesine aittir ve o dönemden bu
yana bu canlılarda hiçbir değişim olmamıştır. Resimde görülen 37 - 23 milyon
yıllık kaplumbağa fosili de, mükemmel detayları ile günümüz kaplumbağalarından
farklı olmadığını göstermektedir.
www.yaratilismuzesi.com
Günümüz
kaplumbağaları ve milyonlarca yıl önceki kaplumbağalar arasında hiçbir fark
yoktur.
Altta
37-23 milyon yıllık kaplumbağa fosili.
ADAMLIK DİNİ
Giriş
İnsanların birçoğunu,
kendileri farkında olmadıkları halde etkisi altına almış batıl bir din vardır.
Bu, kendini açıkça tanıtmayan, gizli bir dindir. Hiçbir yazılı kuralı yoktur.
Adı bile konmamıştır. Fakat insanların hareket ve tavırlarını, düşüncelerini
kontrolü altına alır. Pek çok kimse şuurunda dahi olmadan hayatı boyunca bu dinin
kurallarını uygular, bu dinin emir ve yasaklarına göre yaşar. Bu batıl din,
Müslümanlık, Hıristiyanlık veya Musevilik değildir. Bu batıl
dine uyan kimseler sorulduğunda belki, "Ben Müslümanım" ya da
"Ben Hıristiyanım" diyebilirler. Bazı kişiler de dinsiz hatta ateist
de olabilirler. Fakat her biri, aslında bu gizli dinin mensubudur.
Bu batıl
din, başlangıçta insanların önüne bir bütün olarak konulup kendilerine teklif
edilmez. İnsanlar bu dini, dünyaya geldiklerinden itibaren aldıkları uzun
telkinler sonucunda benimserler. Bu nedenle, hareket, düşünce, tavır, hatta
mimiklerinin bile bu dinden kaynaklandığını fark etmezler.
Bu batıl
din, kendisine bağlananlara hedef olarak "adam olma"yı gösterir.
"Adam olmak", bu dinin değer yargılarını benimsemek, kurallarını,
yasaklarını ve davranış biçimlerini uygulamak, karakter özelliklerini üzerinde
taşımak demektir. Toplumda kabul görmek, yadırganmamak, belirli bir yere
gelebilmek için adam olmak şarttır. Bu din sonuç olarak "adam
olma"nın dinidir. Biz de bu dine kısaca, "adamlık dini" adını
vereceğiz. Adamlık dini, insanları samimiyetsizliğe, yapmacık ve zorlama
tavırlara iter. Bu batıl dine tabi olan kimseler, çoğunlukla içlerinden geldiği
gibi rahat ve doğal davranamazlar. İçinde bulundukları ortama uygun olduğunu
düşündükleri davranış biçimlerini, konuşma kalıplarını, yüz ifadelerini
kullanır, hemen her durumda rol yaparlar. Buna karşın, kendilerinin son derece
doğal ve normal bir yaşam sürdüklerini zannederler.
Bu batıl
sistem, sonuçta, kendine karşı bile samimi olamayan, yapmacık, sahte bir
kişiliğe sahip insan modelleri üretir. Her yönden sıkıntı ve azap verici olan
böyle şeytani bir dinin toplumun bütün kesimlerini etki altına almasının en
önemli nedeni, az önce belirttiğimiz gibi, adının konmamış oluşudur. Bu şeytani
dinin mensupları dinlerini yargılamayı, terk etmeyi ya da değiştirmeyi
akıllarının ucundan bile geçirmezler. Çünkü içinde bulundukları sistemin bir
din olduğundan habersizdirler. Tabi oldukları sistemi, "hayatın
gerçekleri, değişmez kuralları" olarak görmeyi de bir erdem zannederler.
İnsan,
içinde bulunduğu bu durumu terk etmedikçe, adamlık dininden kopup ayrılmadıkça
İslam'ı gerçek manasıyla kavrayamaz ve yaşayamaz. Çünkü İslam'ın temel
şartlarından biri samimiyet ve doğallıktır. Bir insanın İslam'ı yaşaması ve
dolayısıyla gerçek mutluluk ve kurtuluşa ulaşması, ancak Allah'a, kendine ve
diğer insanlara karşı son derece samimi olmasıyla mümkün olabilir. İman, ancak
samimiyet zemini üzerine kurulur. Adamlık dininin etkisinden kurtulmak içinse,
öncelikle bu şeytani dini teşhis ve tarif etmek gerekir. Bu kitabın amacı da
budur. İlerleyen bölümlerde, adamlık dininin özelliklerini ayrıntılı olarak
inceleyeceğiz.
Okuyucuya
düşen, bu batıl dinin özelliklerini incelerken kendini de tartması ve gözden
geçirmesidir. Çünkü her ne kadar kimse üstüne alınmak istemese de, adamlık dini
herkesin üzerinde belirli bir etki yaratmış olabilir. İnsan hayatının her anına
müdahale eden bu karanlık dinden kurtulmak için de, öncelikle dikkat ve
samimiyet gerekmektedir.
Hak Dine Karşı Olan Adamlık Dini
Peygamber
Efendimiz (sav), kendisine yöneltilen "din nedir?" sorusuna karşılık
olarak "gittiğiniz yoldur" cevabını vermiştir. Bu cevap, konuyu en
hikmetli biçimde özetler. Din, bir insanın ve dolayısıyla insanlardan oluşan
toplumun tüm değer yargılarını, ahlak kurallarını, yaşam biçimlerini içerir.
Örneğin Yusuf Suresi'nin 76. ayetindeki "din" kelimesi bu anlamdadır:
Böylece (Yusuf) kardeşinin
kabından önce onların kaplarını (yoklamaya) başladı, sonra onu kardeşinin
kabından çıkardı. İşte Biz Yusuf için böyle bir plan düzenledik. (Yoksa)
Hükümdarın dininde kardeşini (yanında) alıkoyamazdı... (Yusuf Suresi, 76)
Kuran'da
inkar edenlerin de bir dinin mensubu oldukları gerçeği çeşitli ayetlerde haber
verilir. Örneğin Firavun, Hz. Musa hakkında kavmine şöyle demiştir:
... Bırakın beni, Musa'yı
öldüreyim de o (gitsin) Rabbine yalvarıp-yakarsın. Çünkü ben, sizin dininizi
değiştirmesinden ya da yeryüzünde fesat çıkarmasından korkuyorum. (Mümin
Suresi, 26)
Başka
ayetlerde de kafirlerin, resullerin getirdiği hak dine karşı eski batıl
dinlerine bağlılık gösterdikleri şöyle anlatılır:
İçlerinden kendilerine bir
uyarıcının gelmesine şaştılar. Kafirler dedi ki: "Bu, yalan söyleyen bir
büyücüdür. İlahları bir tek ilah mı yaptı? Doğrusu bu, şaşırtıcı bir şey."
Onlardan önde gelen bir grup: "Yürüyün, ilahlarınıza karşı (bağlılıkta)
kararlı olun; çünkü asıl istenen budur" diye çekip gitti. "Biz bunu,
diğer dinde işitmedik, bu, içi boş bir uydurmadan başkası değildir." (Sad
Suresi, 4-7)
Buraya
kadar da anlaşılacağı gibi her insanın bir dini vardır. Allah'ın dinine uymayanlar, hatta kendini
ateist olarak tanıtanlar bile, gerçekte "dinsiz" değildirler, sadece
batıl bir dinin mensubudurlar. Bu dinlerin bir kısmı, günümüzde "din"
olarak tanımlanmıyor olabilir. Ancak Kuran'da belirtildiği gibi hepsi de birer
dindirler. Örneğin Marksizm de bir anlamda batıl bir dindir, çünkü bu ideoloji
bir kısım insanların "gittikleri yol"dur. Marksistler, Marx'ın
ürettiği düşünce sistemini benimsemiş, onun düşünce yöntemini kabul
etmişlerdir. Dünyayı onun koyduğu kıstaslara göre değerlendirirler. Nasıl var
olduklarını ve ölümün ne olduğunu da Marx'ın (ve Engels'in) bilim dışı
mantıklarına dayanarak açıklarlar. Kısacası Marksizm'e inanmışlardır ve
hayatlarını da ona göre yönlendirir, olayları ona göre değerlendirirler.
Marksizm
sadece bir örnektir. Ona benzer yüzlerce farklı din (yani felsefe, düşünce
sistemi vs.) sayılabilir. Marksizm'e tamamen zıt olan ideolojiler de birer
dindir. Tabii tüm bu dinler, "batıl" dinlerdir ve temelde insanları
Allah'ın yolundan saptırmak amacıyla üretilmişlerdir.
Burada
vurgulanması gereken asıl önemli nokta şudur: Dünya üzerinde, ideolojisi,
felsefesi, dünya görüşü ne olursa olsun ya da isterse hiç olmasın, hak dinden
uzaklaşmış kişilerin istisnasız tabi oldukları tek bir ortak batıl din vardır.
Bu din de girişte ifade ettiğimiz ve ana hatlarını belirttiğimiz "adamlık
dini"dir. Ve şeytanın, insanları hak dinden saptırma ve uzaklaştırma
çabasında kullandığı en sinsi ve en etkili silahlarından biridir.
Adam Olmak!
"Sen
önce adam ol!"
"Adam
gibi insan olsan bunlar başımıza gelmezdi!"
Bu sözleri
hayatımız boyunca kimbilir kaç defa duymuşuzdur. Özellikle gençlik yıllarında,
büyüklerimize pek de onaylamadıkları bir şeyi söylediğimizde ya da onların
istemedikleri bir şeyi yaptığımızda...
Bu sözü
sarf eden insan için "adam olmak" herşeyin başında gelir. "Adam
olmak" tabiriyle kastedilen, toplum tarafından genel kabul görmüş bir
anlayışa, kültüre, tavra ve yaşama sahip olmak,
makbul olarak tanıtılan belli kalıpları üzerinde taşımaktır. Bu değerler
sistemi, kalıpları ve kuralları ile toplumun büyük bir çoğunluğunca kabul
görmekte ve uygulanmaktadır. Bu kalıpların ve kuralların nereden doğdukları, ne
derece doğru oldukları ise kolay kolay tartışmaya açılmaz, çarpıklıkları
yargılanmaz. Zira, toplumun büyük çoğunluğunca benimsenen bu yapıyı sorgulamak,
kitlelere ters düşmek, geniş bir kesimin tepkilerine hedef olmak tehlikesini de
beraberinde getirir.
Doğruluğuna
kesin olarak inanılmış bu yapı, yalnızca belli toplumlara has bir özellik
olarak değerlendirilmemelidir. Bu sistem gerek Doğu'da gerekse de Batı'da, her
çeşit kültürün yer aldığı ortamlarda kendine özgü bir inanç ve kabuller sistemi
olarak varlığını sürdürmekte, yasaklamaları, yaptırımları ve tavsiyeleriyle
adeta kendi başına, müstakil bir din -adam olmanın dini- halinde
uygulanmaktadır: "Adamlık Dini".
"Adam
olmak", Müslüman olmanın, Allah'a inanmanın, güzel ahlaklı olmanın, hatta
insan olmanın dışında apayrı bir kavramdır. Allah'ın Kuran'da tarif ettiği
tavır ve ahlakın bu dinde kesinlikle yeri yoktur. Zaten adamlık dini, Kuran
ahlakının gerçek anlamda yaşanmadığı ortamlarda doğmakta ve gelişmektedir.
Genelde toplumda hayran olunan, özenilen, üstün görülen kişiler adamlık dinini
çok iyi öğrenmiş ve bu batıl sistemi bütün kurallarıyla uygulayan kişilerdir.
Burada
Kuran'da tavsiye edilen temel ahlak prensiplerini ve adamlık dininin bunlara
tamamen ters olan çürük mantığını vurgulamakta yarar vardır. Kuran'da tüm
insanların Allah'a karşı sorumlu olduğu bildirilir. Buna göre, insan yalnızca Allah'ı
razı etmekle yükümlüdür ve başka insanların takdiri ya da beğenisi peşinde
koşmamalıdır. Kuran ahlakını yaşayan bir mümin;
"Allah, kuluna yeterli değil mi? Seni O'ndan başkalarıyla
korkutuyorlar..." (Zümer Suresi, 36), "... yol
gösterici ve yardımcı olarak Rabbin yeter." (Furkan
Suresi, 31) ayetlerine göre düşünür ve yaşar. Tüm hayatı Rabbimiz'i hoşnut
edebilme amacına yöneliktir. Dinin temeli budur. Kuran'da, Hz. İbrahim'den
bugüne uzanan hak dinin özelliğinin, tüm hayatın Allah'a adanması olduğu haber
verilir. Bir ayette şöyle buyrulmaktadır:
De ki: "Rabbim gerçekten
beni doğru yola iletti, dimdik duran bir dine, İbrahim'in hanif (muvahhid)
dinine. O, müşriklerden değildi." De ki: "Şüphesiz benim namazım,
ibadetlerim, dirimim ve ölümüm alemlerin Rabbi olan Allah'ındır." (Enam
Suresi, 161-162)
İnsanın
hayattaki temel amacının Allah'ın rızası olması, diğer insanlarla olan
ilişkilerini de kuşkusuz temelden değiştirir. Az önce belirttiğimiz gibi
kişinin diğer insanlara karşı müstakil bir sorumluğu yoktur. Ama Allah, diğer
insanlara nasıl davranılması gerektiğini Kuran'da bildirmiştir ve Allah'a karşı
duyulan sorumluluk, diğer insanlara karşı da en şefkatli, en merhametli, en
adaletli, en doğru, en dürüst tutumun gösterilmesini sağlar. Ayetlerde, müminlerin
bu yöndeki bakış açısı şöyle tarif edilir:
Adaklarını yerine getirirler
ve şerri (kötülüğü) yaygın olan bir günden korkarlar. Kendileri, ona duydukları
sevgiye rağmen yemeği, yoksula, yetime ve esire yedirirler. Biz size, ancak
Allah'ın yüzü (rızası) için yediriyoruz; sizden ne bir karşılık istiyoruz, ne
bir teşekkür. Çünkü biz, asık suratlı, zorlu bir gün nedeniyle Rabbimiz'den
korkuyoruz. (İnsan Suresi, 7-10)
Ayetlerden
de anlaşıldığı gibi, müminlerin diğer insanlardan medet umma, onlardan karşılık
bekleme gibi bir tavırları yoktur. Bu, mümine çok güçlü ve sağlam bir karakter
kazandırır. Mümin her ortamda, herkesin karşısında doğru olanı, yani Allah'ın
emirlerini yerine getirir. Ne kimseden takdir bekler ne de kimseden çekinir.
Yalnızca Allah'ın hoşnutluğunu ister. Nitekim Allah Kuran'da, müminleri "kınayıcının
kınamasından korkmayanlar" (Maide Suresi, 54) olarak tanımlamaktadır.
Bu nedenle, müminin olaylar ve insanlar karşısında karakteri ve tavrı hiçbir
şekilde değişmez. Ne kendisine verilen bir makam ya da mevkiden dolayı şımarır,
ne de içinde bulunduğu zor durumdan dolayı ümitsizliğe kapılır. Kuran'da
müminlerin bu istikrarlı karakterlerine sık sık dikkat çekilmekte, büyük bir
mülk ya da iktidar ele geçirdiklerindeki tavırlarıyla, zorluk ve yoksulluk içindeki
tavırlarının aynı olduğu ayetlerden anlaşılmaktadır. Çünkü mümin, kendisine
isabet eden her türlü nimet (bu mülk, iktidar, makam vs. olabilir) ya da
sıkıntının (insanlar tarafından kınanmak, saldırıya uğramak, sürülmek, yoksul
kalmak, hapsedilmek vs. olabilir) Allah'tan geldiğinin ve tüm bunların
kendisini eğitmek ve denemek için yaratılmış birer "imtihan"
olduğunun bilincindedir.
Buna
karşılık adamlık dini, Allah'ı gereği gibi takdir edemeyen, Allah'ın hoşnutluğu
yerine insanların hoşnutluğunu arayan, ahiret yaşamı yerine dünyadan medet uman
insanların dinidir. Bu şeytani dinde, insanlar birbirlerine karşı sorumlu
olduklarını düşünürler. Diğer insanları hoşnut etmek, diğer insanların
beğenisini kazanmak, toplumda "statü" edinmek hayatın belki de en
önemli amacıdır.
Bundan
dolayı da, mümin tavrının tam aksine, adamlık dininin mensupları olaylar ve
insanlara göre değişen bir tavır ve karaktere sahip olurlar. Bir başka deyişle,
adamlık dini bir "ayar" dinidir. Yerine, zamanına, kişisine, olayına
göre tavır, bakış ve ses ayarları gerektirir. Samimiyet ve doğallık bu batıl
dinde yeri olmayan kavramlardır. Bu sapkın inanca göre toplumda her cinsin,
yaşın, olayın adamı içinde bulunduğu duruma, sahip olduğu "statü"ye
göre farklı tavırlar göstermelidir.
Kadınlar
kendilerine belirlendiği gibi davranmalı, erkekler ve çocuklar da yine
kendilerine verilen rolleri oynamak zorundadırlar. Eğer kişi bir öğrenciyse,
adamlık dini kuralları bir öğrencinin neler yapmasını gerektiriyorsa öyle
davranmalıdır. Bir memur, doktor, öğretmen ve işçi için de aynı kurallar
geçerlidir. Adamlık dini mensupları, toplum içinde sahip oldukları statüyü
kendilerine kimlik edinir ve bu kimliğin gerektirdiği gibi davranırlar. Oysa
müminin kişiliğini inancı şekillendirir, az önce belirttiğimiz gibi, toplumun
kendisine olan bakış açısı, içinde bulunduğu statü, bu kimliği hiç etkilemez.
Adamlık
dini toplumu içinde yetişen insana, bu ahlak ve kişilik yapısı otomatik olarak
yerleşir ve bu batıl dinin kuralları derhal uygulanmaya başlar. Toplum içinde
geçerli olmanın, üstün olmanın yolları buralardan, bu tavır ve davranışlardan
geçer.
İlerleyen
bölümlerde, adamlık dininin, ait oldukları çevreye, yaş dönemlerine, sosyal ve
kültürel durumlarına, cinsiyetlerine göre insanlara öğretilen karakter, tavır
ve konuşma biçimlerini, ruh ve kişilik yapılarını, psikolojileri inceleyeceğiz.
Bunların Kuran'da tarif edilen ideal davranış biçimlerinden, kişilik ve ahlak
yapısından ne derece uzak olduğu, Kuran ayetleriyle karşılaştırma yapıldığında
açıkça görülmektedir. Bu şekilde, şeytanın batıl dinlerinden biri olan
"adamlık dini"nin, İslam'dan uzak bir insana, hayatının her döneminde
nasıl hükmettiği ortaya çıkmaktadır.
ADAMLIK DİNİNE GÖRE ADAM OLMAK
(SAYIN ADNAN OKTAR'IN KANAL 35'DEKİ (İZMİR) CANLI RÖPORTAJI,
18 Ocak 2009)
ADNAN
OKTAR: Adamlık dini insanlar arasında vardır. Mesela "o
adam gibi adamdır" derler, bakarsın son derece yapmacıktır hareketleri,
konuşmaları, mimikleri, tavrı, bir tiyatro sanatçısı gibi. İnsanı utandıracak
tarzda son derece yapmacıktır, konuşmaları yapmacıktır, üslubu yapmacıktır,
yani samimiyetsizdir. Bunlarla ilgili yüzlerce mimik, yüzlerce üslup vardır.
Mesela biri gelir, işte "yıllardan beri sizi bekliyorduk, siz nerelerde
kaldınız, sizi gidi sizi" böyle çok çok yapmacık üsluplar kullanılır.
Halbuki insan çok candan özlediğini, çok sevdiğini söyleyebilir, yani çok açık
söyler. Oradaki yapmacıklığa ne gerek var? Bu işte adamlık dinidir, ben bunu
anlatıyorum.
Yapmacıklık
insanı yorar. Tabiilik çok güzeldir, samimiyet çok güzeldir, samimi sevmek çok
güzeldir, samimi ifadeler çok güzeldir. Onun için Allah, "samimi olan
kullarım kurtulur" diyor, şeytandan Allah’a sığınırım. Samimiyetin
zevkiyle, yapmacıklığın iticiliği arasında Müslümana tercih yap deseler,
Kuran’da bir hüküm bile olmasa insan hemen tabii olanı tercih eder. Çünkü doğal
insan çok çok güzeldir, doğal bir kadın nerededir, yapmacık bir kadın nerededir
değil mi, çok itici durur.
Adamlık
Dinindeki Ortak Psikoloji ve Davranış Biçimleri
Adamlık dininin yaşam
felsefesi ve kuralları, Kuran ahlakının tamamen tersi olan batıl bir inanıştan
kaynaklanır. Bu şeytani inanış kişinin tüm yaşantısına hakim olan, toplumda da
doğal ve geçerli görülen bir zihniyettir. Kuran'ın pek çok yerinde kötü ahlak
modeli olarak tarif edilen tavır ve hareketler, adamlık dinini yaşayanlar
tarafından çoğu zaman meziyet olarak kabul edilir.
Bu batıl
din, kuralcılığın hakim olduğu bir hayat tarzıdır. Toplum, büyük kısmı
atalarından miras kalmış birtakım kurallara sahiptir. Bu kuralları ise, "...
Gerçekten biz, atalarımızı bir ümmet (din) üzerinde bulduk ve doğrusu biz,
onların izlerine uymuş kimseleriz." (Zuhruf Suresi, 23) diyen
inkarcı toplumlara benzer şekilde, adeta İlahi bir hüküm gibi korunmaktadır.
Bu
kuralların dışına kolay kolay çıkılmaz. Yemek yeme adabından, yatma
vakitlerine, sevgi ve saygı gösterme şekillerinden, arkadaş seçimine, misafir
ağırlamaya kadar, hep daha önceden belirlenmiş kurallara göre yaşanır. Bu batıl
dini tercih eden ve bu batıl dinin adamı olma yolunda ilerleyen her kişi, toplumun
büyük çoğunluğu tarafından kabul gören ortak bir üslubu ve tavrı benimsemek
zorundadır. Hatta bu tavırların ustalıkla icra edilmeleri bir üstünlük ölçüsü
olarak kabul edilir. Tercihler Allah'ın rızasına göre değil, adamlık dininin
koyduğu hak olmayan ölçülere göre yapılır. Bu çarpık anlayış, adamlık dinine
tabi olanlarda geniş çaplı karakter ve davranış bozukluklarına sebep olmuştur.
Aşağıda, bunların en belirgin olanlarını ana başlıklar altında inceleyeceğiz.
1-
YAPMACIK TAVIR VE HAREKETLER
İslam dinindeki
samimiyet, doğallık ve içtenlik yerine adamlık dininde, samimiyetten tamamen
uzak, her biri özel olarak ayarlanan ve zaman içinde kişinin karakterinin bir
parçası haline gelen suni tavır ve davranışlar vardır.
Adamlık
dini mensubu, çarpık anlayışının sonucu olan bu yapmacık hareket ve mimikleri,
samimiyetsiz üslubu ile daha ilk bakışta kendisini belli eder. Bu yapmacık
tavır ve davranışların her biri, mesaj vermek, ilgi çekmek, gösteriş yapmak,
menfaat gözetmek vs. gibi belli amaçlara yönelik olarak sergilenir.
Mesaj
Verme
Adamlık
dininde, duyguların çoğu zaman konuşma yoluyla değil de, bakış ve tavırlarla
ifade edilmesi esastır. Bunun sebebi, kişinin hissettiği birçok duyguyu açıkça
belli etmeyi gururuna yedirememesidir. Bu yüzden duygularını ima yollu tavır ve
davranışlarla belli eder. Avami lisanda "trip atma" şeklinde ifade
edilen bu davranış bozuklukları adamlık dini insanının temel kişilik yapısını
oluşturur. Kızma, bozulma, kıskanma, özenme, hayranlık gibi hisler kimi zaman
böyle dolaylı şekillerde dışavurulur.
Sinirlenince
kapıları çarparak kapatma, kızdığını belli edecek bakışlar atma, hiç cevap
vermeden yoluna devam etme, sinirlendiğini belli etmek için ses tonunu mümkün
olduğunca kısık tutarak konuşma adamlık dini insanının dışavurum tavırlarından
bazılarıdır. Genelde açık ve samimi bir üslup yerine ima yollu anlatımlar
tercih edilir.
İslam
dinindeki asaletin yerine adamlık dininde, tavırlarda basitlik hakimdir.
Arkadaşlar arasındaki tartışmalarda kızıp başını çevirme, susup konuşmama,
kapıyı çarparak çıkma, birdenbire arkasını dönüp ortamdan ayrılma, surat asma
ve bunu belli bir süre devam ettirme gibi sessiz protesto hareketleri,
gülünecek şeylere kasıtlı olarak gülmeme, sorulan sorulara duyduğu halde cevap
vermeme ya da ters ve aksi cevaplar vererek karşı tarafı bezdirme gibi basit ve
bayağı hareketler, bunlardan birkaçıdır.
Üstünlük
Gösterisi ve Aşağılama
Adamlık
dininin mensupları, gün içinde sürekli olarak birbirlerine karşı üstünlük elde
etmeye çalışır, ellerinden geldiğince karşı tarafı ezmeye uğraşırlar. Çünkü
ancak karşı tarafı ezdikleri takdirde yükseleceklerini düşünürler.
Sinirli ve
aksi görünme, çok meşgul olduğu ve kimseye tahammül edemediği izlenimi verme
gibi tavırlar, genellikle işyeri sahibi veya üst makamdaki kişiler tarafından
kendi altlarında çalışanlara karşı gösterilir. Karşı tarafı adam yerine
koymadığını belli eden tavırlar göstermek de adamlık dininde makbul sayılan
davranış biçimlerindendir. Toplum içinde konuşurken yalnızca belli kişileri
muhatap alarak onlara bakarak konuşmak, belli kişileri adeta o ortamda yok
saymak adamlık dininin aşağılama tavırlarındandır. Karşısındaki ile ilgisi
olduğunu bildiği bir konuyu sırf onu muhatap almıyor görünmek için ona bakmadan
yanındakilere anlatmak da sık sık yapılan hareketlerdendir.
Karşı
taraf bir konu anlatırken yüzüne bakmadan elindeki işle uğraşmaya devam edip
mümkün olduğunca ilgisizmiş gibi davranmak, sorduğu soruya duyduğu halde cevap
vermemek adamlık dininde bir şahsiyet belirtisi olarak görülür ve üstün
olabilmenin, bazı şeyleri "aşmış" görünmenin yollarından biri olarak
kabul edilir. İlgisiz gibi görünmek, bir aşağılama yöntemi olarak hayatın her
safhasında büyük bir itina ile uygulanır. Örneğin selam verilen kişi olmak çok
önemlidir. Önce selam verenin karşı taraf olmasına özen gösterilir. Selamı
duymazlıktan gelmek de karşı tarafı küçük düşürme metodu olarak kullanılır.
Halbuki Kuran'da bildirilen ahlak ölçüsü çok farklıdır:
"Bir selamla
selamlandığınızda, siz ondan daha güzeliyle selam verin ya da aynıyla karşılık
verin..." (Nisa Suresi, 86)
Birtakım
yapmacık hareket ve tavırlarla diğer insanlara karşı üstün gelmeye, kendi eksik
ve kusurlarını örtmeye çalışmak, ancak Allah ve ahiret inancına tam olarak
sahip olmayan kişilerde görülen bir zihniyet bozukluğudur. Allah'ı gereği gibi
takdir edemeyen adamlık dini mensupları, yalnızca Allah'a güvenip dayanan ve
Allah'tan başka hiçbir şeyden çekinip korkmayan müminlerin aksine sürekli bir
korku, güvensizlik, tedirginlik ve şahsiyet bozukluğu içerisindedirler. Diğer
insanlara karşı küçük düşmek, altta kalmak, ezilmek, kaale alınmamak gibi
endişeler bu kişilerin gündelik hayatlarında önemli bir sorun teşkil eder. Bu
yüzden, kendi içlerinde buna karşı kendilerince bir savunma mekanizması
geliştirirler. Bu, onların en önemli zaaflarından birisidir. Genellikle de
toplum içinde, bu zaaflarını kapatmak amacıyla "en iyi savunma
saldırıdır" gibi sapkın bir mantık içinde hareket ederler.
ADAMLIK DİNİNİ YAŞAYAN İNSANLARIN DAVRANIŞ BOZUKLUKLARI
''ENANİYET''
(SAYIN ADNAN OKTAR'IN KANAL 35'DEKİ (İZMİR) CANLI
RÖPORTAJI, 1 ŞUBAT 2009)
ADNAN
OKTAR: Firavunlarda, Nemrutlarda da bu vardır insanın bir
enaniyeti vardır, ene denen birşey enaniyet. O bütün vücudu kapladığında insan
delirir. Şuuru artık kapanır. Şeytanlaşır, Deccaller, Firavunlar ve
Nemrutlarınn özelliği odur. Bazen insanlarda da olur o. Yani o vücut artık
kontrolünü kaybeder, delirir adam, gurur, kibir ve kendini beğenmişlikten. Onu
kontrol edemezsin, ondan sonra şuuru adeta tam kapanıyor. ”Sırf ene kesilir”
diyor Said Nursi Hazretleri, yani "bütün vücut ene kesilir" diyor.
Enaniyetten deliriyor, kendini beğenmekten. Herşeyde kendini beğenir, her
fikrinin doğru olduğunu düşünür. Vardır böyle tipler, bilmiyorum hiç
rastladınız mı? Yani allamedir, herşeyi bilir, en iyi o bilir, en akıllı odur,
en güzel konuşan odur, herşeyin en doğru teşhisini o koyar, haşa üstüne varlık
tanımaz. Halbuki Allah diyor ki, şeytandan Allah’a sığınırım “Her bilenden daha
fazla bir bilen vardır.”. Ama ona göre o en iyi bilen o zaten.
İlgi
Çekmek
Toplu ortamlarda
insanların ilgisini çekebilmek, varlığını hissettirmek, kendini kanıtlamak
maksadıyla başvurulan yapmacık tavır ve davranışların en belirginlerini şöyle
sıralayabiliriz:
Bulunduğu
ortama aykırı tavır ve davranışlarla farklı görünmeye, kendine özel bir hava
vermeye çalışmak, neşeli samimi bir ortamda ciddi ve ağır takılmak, az konuşmak
ya da ciddi, konsantre olunması gereken bir ortamda laubali hareketler
yapmak... Olaylara normalden fazla tepkiler vererek veya aşırı tepkisiz
davranarak ilgi çekmeye çalışmak. İçinde fırtınalar koptuğu halde bir olayı son
derece olgun karşılamış gibi davranmak. Ani tavır değişiklikleri
göstermek, gülerken birden anlamsız bir şekilde ciddileşmek veya sakinken
aniden taşkın hareketler yapmaya başlamak, ani kahkahalar atmak. Normal
konuşurken bir anda abartılı bir üsluba geçmek, örneğin ses tonunu yükseltmek
ya da aşırı kısık bir sesle konuşmaya başlamak. Bu arada, yüz mimiklerinde ve
el kol hareketlerinde de aynı şekilde abartılı bir hava estirmek. Değişik duruş
ve oturuş tripleri yapmak. Bu suretle dikkat ve ilgiyi üzerinde tutmaya
çalışmak. Birisinden ilgi görene kadar yakınlık göstermemek, daha
sonra ilgilenmek, kendisine samimi davranan, yakınlık gösterenlere karşı
ilgisiz davranmak, tepeden bakmak, kendisine yüz vermeyen, küçümseyen, ilgi
göstermeyenlere yaranmaya, ilgisini çekmeye çalışmak...
Toplu
ortamlarda ilgi çekmek için başvurulan yöntemlerden bazılarını da şöyle
sıralayabiliriz: "Kendine meşgul havası vermek", "hasta,
rahatsız ya da sıkıntılı hal görüntüsü vermek", "kasıtlı hata yapmak,
olay çıkarmak", "görmediği bir şeyi görmüş gibi anlatmak"...
Kendisiyle ilgilenilmediği veya kaale alınmadığı ortamlarda dikkat çekmek için
ya da herkesten daha farklı ve özel bir ilgi görebilmek amacıyla şahsiyet
gösterileri yapmak da bu yöntemlerinden biridir. Bu gösterilerin temeli rol
yapmaya dayalıdır. Bazı örnekler vermek gerekirse:
Öyle
olmadığı halde, şaşırmış, kızmış, sevinmiş, beğenmiş gibi davranmak, bunları
belli eden mimik ve hareketler yapmak. Kaşlarını kaldırmak, kaşlarını çatmak,
sert bakmak, imalı bakmak, dudaklarını büzmek, gözlerini kısmak, vs... Protesto
hareketleri yapmak, örneğin, kendi de aynı fikirde olduğu halde bir konuda
kasten muhalefet etmek gibi...
Bilinen
bazı özelliklere sahip olduğu halde, bunlardan özellikle bahsetmeyip
başkalarının konu açmasını beklemek, bu özelliklerinden bahsedilince de tevazu
yapmak, bu şekilde, kimbilir başka bahsetmediği, bilinmeyen ne üstünlükleri
var, ama tevazusundan söylemiyor izlenimi uyandırmak.
Menfaat
Gözetmek
Gerçekte
hissedilmeyen samimiyetsiz hareket ve davranışlarda bulunmanın sebeplerinden
biri insanlardan elde edilmesi umulan çeşitli menfaatlerdir. Sevmediği fakat
çıkarı bulunduğu birine sempatik görünmeye çalışmak, onun dalkavukluğunu
yapmak, her fırsatta gözüne girmeye, kendini beğendirmeye çaba göstermek,
patronuna, amir veya müdürüne karşı sahte bir sadakat ve saygı göstermek,
şartlar değiştiğinde ise gözünü kırpmadan vefasızlık yapmak adamlık dini
mensuplarına göre olağan davranışlardandır.
Ayrıca
yaranma zihniyetinden dolayı veya korktuğu, çekindiği için doğru bildiğini
söyleyememek, bunu da herkese hak verme, demokratlık gibi teviller ile kapamaya
çalışmak da yapılan hareketlerdendir.
Gösteriş
Yapmak
Bilin ki, dünya hayatı ancak
bir oyun, '(eğlence türünden) tutkulu bir oyalama', bir süs, kendi aranızda bir
övünme (süresi ve konusu), mal ve çocuklarda bir 'çoğalma-tutkusu'dur. (Hadid
Suresi, 20)
Yukarıdaki
ayette adamlık dininin önemli bir özelliği olan övünme ve gösteriş yapma
konusunun insanlar arasında ne kadar yaygın olduğuna dikkat çekilmektedir.
İslam dininde hayatın en büyük amacı Allah'ın rızasını kazanabilmektir, ancak
adamlık dininde hayatın en büyük amacı insanların rızasını kazanabilmektir. Bu
nedenle adamlık dininde gösteriş yapmak hayati önem taşır. Çevresi tarafından
beğenilen, takdir edilen, hayran olunan, özenilen veya gıpta edilen insan olmak
herşeyden daha önemli olur. Bu batıl
dinde insanlar çevreleri için giyinir, konuşur, ev döşer, meslek seçer
veya kitap okurlar. Tüm yaptıklarında en büyük hedefleri yaptıkları için
insanların takdirini toplayabilmektir. Örneğin kitapçıya gidip bir kitap
seçerken en merak ettikleri konuya değil, en çok satan kitaba bakarlar. Hangi
kitabı okuduklarında daha "havalı" ve günün modasına daha uygun
olacağını düşünürler. Çünkü burada kitap okumanın amacı görgü, bilgi veya
kişiliğini geliştirmek değil, çevresine karşı anlatacak bir şeyler
bulabilmektir.
Birçok
insan çocuğunu yetiştirirken onun sabırlı, hoşgörülü, imanlı, merhametli veya
cömert bir insan olması için uğraşmaktan ziyade, yanlış da olsa çevresi
tarafından makbul görülen özelliklere sahip olması için gayret eder. Örneğin en
prestijli okula sokabilmek için uğraşırlar, yeteneği olmadığı halde piyano
dersi aldırırlar, sırf arkadaşlarına gösteriş yapabilmek için kendilerine anne
yerine "mami" vs. gibi Türkçe'de kullanılmayan ifadelerle hitap
etmesini isterler, kibirli bir çocuk olarak yetiştirmenin makbul görüleceğine
inanırlar. Çünkü adamlık dininde çocuk çok önemli bir "gösteriş"
konusudur. Çocuğun iyi bir kolejde okuması, birkaç yabancı dil bilmesi, güzel
olması, iyi giyinmesi, arkadaşlarının arasında popüler olması veya yetenekli
olması anne ve babanın çevredeki itibarı açısından çok önemlidir. Nitekim
adamlık dini sohbetlerinde anne ve babalar çocuklarının ne kadar tevazulu, ne
kadar şefkatli veya ne kadar yumuşak başlı olduklarını değil, insanların gıpta
edecekleri bu tip özelliklerini anlatmayı tercih ederler. Bu nedenle de
çocuklarının ahlakıyla değil, görüntüsü ile ilgilenirler.
Hava atma
konularından bir diğeri "gösterişli ev" sahibi olmaktır. İnsanlar ev
seçerken kendi rahatlıklarından ziyade, çevrelerinin bakış açısına önem
verirler. Hangi muhitte ve kaç katlı olmasının, nasıl bir manzara görmesinin,
kaç metre kare olmasının kendilerini daha itibarlı yapacağına bakarlar. Evin
içini de tümüyle çevrelerinin bakış açısına göre döşerler. Başka bir renkten
hoşlansalar bile moda olan rengi seçerler, koltuklar son derece rahatsız
olmasına rağmen sırf pahalı ve gösterişli diye satın alırlar, hiç beğenmedikleri
bir döşeyiş şekline sadece ünlü bir mimara yaptırdıklarını söyleyebilmek için
katlanmak zorunda kalırlar. Büyük vakitleri bu evin içinde geçtiği halde, sırf
bu kadar para verdikleri salon eskiyip de gösterişleri bozulmasın diye misafir
gelmesi haricinde salona adımlarını bile atmazlar. Hatta bazı insanlar,
mobilyaların üzerlerini örtülerle veya naylonlarla kaplayıp kendileri içeride
küçük bir odada otururlar. Yani evin yarısını gösterişe, diğer yarısını da
yaşamaya ayırırlar.
Övünmek
insanlar için öylesine büyük bir tutkudur ki, en yakın gördükleri kişilere bile
mutlaka "gösteriş yapmak" isterler. Bunu en iyi yapabilecekleri
yerlerden birisi davetlerdir. Gelen kişileri görmek istedikleri için değil,
sadece onlara "hava atabilmek" için büyük davetler verirler. Davetin
her detayı bu amaca uygun olarak hazırlanır. Yemekler bile lezzetlerine göre
değil zengin gösterme niteliklerine göre seçilirler. Burada amaç misafirlerin
bu yemekten lezzet alması değil, bu yemeğe harcanan paraya gıpta etmesidir. Böyle
bir toplantıda herkes birbirinin kıyafetine, ayakkabısına, çantasının
markasına, mobilyalara, takılan mücevherlere veya kullanılan parfümlere bakar.
Davete
katılanların tüm konuşmaları bir çeşit "gösteriş yarışı"nı andırır.
Konuşmalarda herkes bir konuda kendini ispat etmek ister. Kadınlar yurt dışı
seyahatlerinden, gittikleri bir ülkenin güzelliğinden, hizmetçi bulmanın
zorluklarından, terzilerinden, aldıkları marka kıyafetlerden, berberlerinden,
kuyumculara sipariş ettikleri mücevherlerden bahsederek kendilerini ispat
etmeye ve diğer kadınları ezmeye çalışırlar. Erkekler iş sahasında kazandıkları
başarılarla, çevrelerinin geniş olmasıyla, ekonomi ve siyasi konulardaki
yorumları ya da sanki konuya çok hakim bir insan edasıyla yaptıkları önerilerle
ön plana çıkmaya çalışırlar. Dolayısıyla bu tip adamlık dini sohbetlerinde
samimiyet, sıcaklık, dostluk oluşması imkansızdır. Nitekim bu tip davetliler
toplantıyı terk ettikten sonra mutlaka geride kalanların kritiğini yaparak
geceyi noktalarlar. Konuştukları kişilerin samimiyetsizliğinden, gösteriş
yapmaya çalıştıklarından, ne kadar sıkıldıklarından, ev sahiplerinin
görgüsüzlüğünden, evin dekorasyonunun kötülüğünden, yemeklerin
lezzetsizliğinden bahsederler. Böylece adamlık dininin hakim olduğu bu tip
toplantıları son derece bıkkın, sıkılmış ve canları yanmış bir şekilde terk
ederler.
Bilmişlik
ve Ukalalık
Adamlık
dini içinde yaşayan bir insan Kuran'da bildirilen akıl ve anlayış
keskinliğinden oldukça uzaktır. Buna rağmen bu kişiler kendi akıllarını çok
beğenirler ve diğer insanlardan kendilerini çok akıllı zannederler. Adamlık
dini insanı herkese her konuda fikir verecek bir akla sahip olduğu
kanaatindedir. Sağdan soldan duyduğu yarım yamalak, kulaktan dolma bilgileri,
başına gelen olaylardan kendince çıkardığı sonuçlarla sentezleyip büyük bir
hayat tecrübesi edindiğini sanır. Herkese her fırsatta bu tecrübeyi ispatlamaya
çalışır. Burada akıl, zeka, ahlak ve kültür gibi özellikler ikinci derecede
kalır. En büyük prim yapan unsurlardan biri de, yaş faktörüdür. Bu sözde
üstünlük; "sen gelirken biz gidiyorduk", "ben senin küçüklüğünü
bilirim" gibi ifadelerle vurgulanır.
Fikir öne
sürdüğü, bilmişlik yaptığı herhangi bir konuda haksız olduğu anlaşılsa bile,
haksızlığını kabullendiği çok nadir rastlanan bir durumdur. Yanılmak, hata
yapmak, haksızlığının ortaya çıkması adamlık dini insanının hiç işine gelmez.
Çünkü zaten asıl önemli olan bir sonuca varılması, doğruların, gerçeklerin
ortaya çıkması değil çoğunlukla kendi komplekslerinin tatmin bulmasıdır.
Bu tür bir
ortamda yetişen çocuklarda da, daha küçük yaşlardan benzer özellikler
yerleşmeye başlar. Örneğin kültürlü, entelektüel, varlıklı, fakat İslam
ahlakından uzak bir yapıya sahip bir ailenin çocuğu çoğunlukla bilmiş, ukala,
insanları küçük gören, kendini her konuda haklı ve yeterli sanan bir kişilik
edinir. Küçüklükten "büyümüş de küçülmüş" bir görünümü olan bu gibi
çocuklar, İslam ahlakı ile eğitilmedikleri takdirde bu batıl yapıyı
hayatlarının her döneminde üzerlerinde taşırlar.
ADAMLIK DİNİNİ YAŞAYAN İNSANLARIN DAVRANIŞ BOZUKLUKLARI ''EGOİSTLİK
VE BENCİLLİK''
(SAYIN ADNAN OKTAR'IN BÜYÜKHABER RÖPORTAJI, 12 ARALIK
2008)
ADNAN
OKTAR: Materyalist Darwinist düşünce otomatik olarak egoist ve
bencil ruhu, yani bencillik felsefesini getirir. "Ben kurtulayım kime ne
olursa olsun", "bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın" kafası
gelişir. Egoistlik çok korkunç bir şeydir. Çok rahatsız edici bir şeydir.
Bencil toplumlar, bencil insanlar. Bencil çalışma gurupları, egoistçe
yaklaştıkları için hep kendi çıkarlarını gözetirler. O zaman tabi kanun ve
nizam tanımıyorlar. Hak hukuk tanımazlar, güzellik, sevgi, şefkat, merhamet,
saygı gibi duyguları çok gereksiz görürler. O yüzden şu an dünyada görülen bu
ekonomik kriz de bütün şiddetiyle bu zeminde gelişebiliyor. Halbuki insanlar çok
tevekküllü olsalar, Allah’a tevekkül etseler, herşeyde bir hayır görseler,
merhametli olsalar, komşusunu kendisinden daha çok koruyup kollasalar, “komşusu
açken tok olan bizden değildir” sözünü, Peygamberimiz (sav)'in bu güzel sözünü
güzel bir ahlak kaidesi olarak ele alsalar bambaşka bir ortam olur. Mesela
sadaka verilmiyor, zekat aşağı yukarı çok zor, halbuki Müslümanlar fakirleri
koruyup kollarlar, insanlara iyilik yaparlar. Özellikle borçları affederler,
borçların affedilmesi çok önemlidir. Ve korkup hırs yapıp bir şeyi bir yere
biriktirmezler, altını, gümüşü, parayı biriktirmezler, onu Allah yolunda
kullanırlar, çünkü Allah’tan geleceğini umarlar. O yüzden şimdi bir kasılma
oldu bütün dünyada. Çünkü herkes parasını tutuyor, herkes altını gümüşünü tutuyor,
hiç kimse imalat yapmak istemiyor, herkes korku ve tedirginlikle neticeyi
bekliyor. Böyle olmaz. Bu bir kollaps, yani tam anlamıyla bir açmaz. Hastalık
bu.
(SAYIN ADNAN OKTAR'IN ÇAY TV'DEKİ CANLI RÖPORTAJI, 25
ŞUBAT 2009)
ADNAN
OKTAR: ... Dinsiz yetiştirilen egoist bencil yetiştirilen bir
insan yaşlı bir insan gördü mü sokağa bakmaya başlıyor. Mesela yolda gidiyorsa
gözünü çeviriyor, mesela adam iki büklüm, acı çekiyor. Ne var, aslan gibi
delikanlısın, al ellerinden paketleri. "Amca nereye kadar istiyorsan
götüreyim" de, değil mi, saygı ve sevgi göster, insan bundan mutlu olur.
Allah ona o zaman güç kuvvet verir, neşe verir, mutluluk verir. Kendini orada
kurnaz zannediyor, halbuki o zalimliğin egoistliğin acısıyla o an zaten hemen
karşılaşmış olur. Hemen onun tokadını yemiş olur.
Dengesiz
Davranmak
Adamlık
dininde insanların dengesiz yönlerinin olması ilgi çekici ve makbul görülür. Bu
nedenle birçok insan aslında son derece normal bir kişiliğe sahip olmasına
rağmen özellikle "dengesiz" tavırlarda bulunur. Çünkü bu,
çevresindeki insanlar arasında itibar elde etmesine ve takdir toplamasına sebep
olacaktır. Adamlık dininin bu çarpık zihniyeti nedeniyle dikkat çekebilmek için
canını tehlikeye atanlar dahi görülebilir. Özellikle gençler arkadaşlarına hava
atmak ve insanların hayranlığını kazanmak maksadıyla, akılsızca cesaret
gösterileri yapılır. Örneğin arabayla sürat yaparlar. Çok tehlikeli olabilecek
bir virajda öndeki arabayı sollamaya kalkarlar. Özellikle karşıdan gelen aracın
üzerine sürüp son anda kenara çekilirler. Hem kendi hayatlarını hem de diğer
kişilerin hayatlarını hiçe sayarak kendilerine "delilik derecesinde cesur,
ölümden bile korkmuyor" dedirtmek isterler. Halbuki bir insan aslında
ölümden korkmadığından değil, adamlık dininin etkisine kapıldığı için bu tip
bir tavır içine girer. Ancak unutulmamalıdır ki, delice sürat yaparak sözde bir
cesaret gösterisi sergileyen bir genç tam o anda bir kaza yaparsa, yüzündeki
bütün o çılgınlık giderek yerini çok ciddi ve korku dolu bir ifadeye bırakacaktır.
Yardım istemeye ve ölmemek için dua etmeye başlar. O anda adamlık dini tümüyle
etkisini yitirir ve yerini Allah korkusu alır.
Dengesiz
görünmenin başka bir yöntemi, korkulan, çekinilen dolayısıyla da takdir edilen
insan olabilmek için, zaman zaman öfkesine hakim olamıyormuş taklidi yapmaktır.
Bir konuya sinirlendiğinde yumruğunu sıkarak duvara vurmak, cama yumruk atarak
elini kanatmak, yüzünü elleriyle kapayarak bir süre sakinleşmeyi beklemek,
hemen içki içmeye başlamak adamlık dininin gereği olarak yapılan belli başlı
tavırlardandır. Hatta çoğu kişi "benim pskopat bir yönüm vardır" ya
da "karanlık bir yönüm vardır, ama her zaman ortaya çıkmaz" gibi
açıklamalarla kendisini yarı deli gibi göstererek insanların arasında itibar
kazanmaya çalışır.
İnsanın hayatını
tehlikeye atan birtakım sporlar da genelde bu imajı verebilmek için yapılır.
Çoğu kişi sakatlanmaktan, bedenen zarar görmekten veya ölmekten korktuğu halde
sırf çevresine hava atabilmek için bu sporlara yönelir. Bu yönüyle adamlık dini
normal akla sahip olan insanları da anormal hareket etmeye ve hasta bir kişilik
geliştirmeye zorlamış olur.
Beceriksizlik
Taklidi
Adamlık
dininde, zengin insanların beceriksiz olması gerektiğine dair bir yanlış inanç
vardır. Bu inancın mantığı şu düşünceye dayanır: Zengin olan insanlar
yanlarında fiziksel olarak güç sarf edecekleri işleri yaptıracak ücretli
çalışanlar bulundururlar. Örneğin yemeklerini kendileri yapmaz, aşçı tutarlar.
Evlerini kendileri temizlemez, hizmetçi edinirler.
Kıyafetleri
söküldüğünde kendileri dikmezler, bir eşya kırıldığında onu yerden toparlamak
için gayret sarf etmezler, bir yere gidilmesi gerektiğinde adresi şoföre verir,
yolu bulmasını ondan beklerler, alışverişe kendileri çıkmaz eve getirttirirler,
rahatsızlıklarında
eve özel doktor getirtir, hastane prosedürlerinin neler olduğunu bilmezler.
Araba bozulsa, lastik patlasa, herhangi bir eşyaya zarar gelse bunları telafi
etmesi için mutlaka yanlarında çalıştırdıkları kişiyi görevlendirirler. Tüm
bunlar servet sahibi insanlara mahsus bir hayat şeklidir. Bu nedenle
başkalarının desteğiyle yaşamaya alışmış olan bu insanlar, el becerilerini
geliştirme gereği duymazlar.
İşte bu
zihniyet, kendisini zengin gibi gösterip hava atmak isteyen birçok insanın
aslında becerikli olmasına rağmen "beceriksizlik taklidi" yapmasına
sebep olur. Bu nedenle özellikle kadınlar arasında "el becerisi
gelişmemiş, hiçbir şeyden anlamayan insan" havası vermek oldukça
yaygındır. Örneğin bir genç kızın aslında bildiği halde arkadaşlarının yanında "ben
çay yapmasını bilmem, ben yemek yapmaktan hiç anlamam, hayatım boyunca mutfağa
girip bir şey yaptığımı hatırlamam, ben hiç iyi dikiş dikemem, bugüne kadar
elime iğne iplik almadım" gibi sözler söylemelerinin altında yatan düşünce
budur. Bu şekilde her işini başkasına yaptırma olanağı olan zengin bir insan
görünümü vermeye çalışırlar.
Beğenmemek
Bir insan
bir eşyayı neden beğenmez ve değersiz görür? Çünkü daha iyisine sahiptir.
Örneğin sarayda oturan bir insan bir apartman dairesini beğenmeyebilir ve
dekorasyon şeklini eleştirebilir. Ancak gecekonduda oturan bir insan için güzel
bir apartman dairesi büyük bir saray hükmündedir. Çünkü kendisi çok daha kötü
koşullarda yaşamaktadır.
Bir insan
diğer bir insanın aklını neden beğenmez? Çünkü kendisinin daha akıllı olduğuna
inanıyordur. Bir insan diğer birinin fikrini neden beğenmez? Çünkü kendisinin
daha iyi fikirleri vardır. Bir insan karşısındakinin yaptığı işi neden
beğenmez? Çünkü kendisi daha iyi yapabilecek bir beceriye sahip olduğunu
düşünüyordur. Dolayısıyla bir şeyi beğenmemek, genellikle o şeyin daha iyisine
sahip olmak anlamına gelir.
Bu nedenle
çevrelerine herşeyin en mükemmeline sahip insan havası vermek isteyenler,
gördükleri hiçbir şeyi beğenmezler. Hatta beğenseler bile bunu belli etmez, bir
kusur bularak mutlaka eleştirmek isterler. Örneğin arkadaşlarıyla birlikte lüks
bir restorana giden bir kişi, hayatı boyunca böyle lüks bir restorana gitmemiş
olsa bile, yine de buranın yemeklerinde veya dekorasyonunda ya da garsonların
tavırlarında bir kusur bulmaya çalışır. "Bence yemekleri pek iyi değildi,
manzarası çok kötüydü, ne biçim döşenmiş insan daralıyor" gibi eleştiriler
getirerek, bundan çok daha iyi yerler gördüm havası vermeye çalışır.
Genç
kızlar kendilerinden daha güzel bir kız gördüklerinde mutlaka bu kişide bir
kusur bularak kendi üstünlüklerini vurgulamak isterler. Örneğin saçlarının
güzelliğine güvenen bir genç kız, kendisinden daha güzel birini gördüğünde
"saçları ne biçim, saç modeli hiç yakışmamış veya saçları biraz seyrek
galiba" gibi eleştirilerle aslında kendisinin daha üstün olduğunu
vurgulamaya çalışır. Boyu uzun olan bir genç kız, kendisinden biraz daha kısa
boylu ama daha güzel birini gördüğünde hemen "boyu kısa" gibi
sözlerle bu kişiyi kendince küçük düşürmeye çalışır.
Adamlık
dininin bu hatalı anlayışından dolayı bir kişinin kendisinden daha üstün
gördüğü, daha akıllı, daha güzel, daha yetenekli bulduğu bir insanın
özelliklerini övücü şekilde dile getirdiğine rastlayamazsınız. Örneğin bir köşe
yazarının kendi yaşıtı olan bir başka yazarı övdüğünü, kendisinden daha akıllı
bulduğunu veya tespitlerinin, üslubunun kendisinden daha isabetli olduğunu
açıklayan bir yazısını görmeniz pek mümkün olmaz. Bir sanatçının kendi
seviyesinde gördüğü bir başka sanatçıyı takdir etmesi, daha güzel ve yetenekli
olduğunu söylemesi çok nadirdir. Ancak genellikle bu insanların birbirlerini
kıyasıya eleştirdiklerine rastlayabilirsiniz. Örneğin bir psikolog diğerinin
yöntemini beğenmez, bir diyet uzmanı diğer diyet uzmanlarının izlediği yöntemi
eleştirir, bir televizyon sunucusu diğer sunuculara mutlaka bir kusur bulur.
Bunun nedeni kendi yeteneklerini, akıllarını veya konumlarını üstün gösterme
çabasıdır.
2- KONUŞMA
BOZUKLUKLARI
Konuşma,
insanların fikir, düşünce ve duygularını, istek ve arzularını dış dünyaya
aktarmalarına, birbirleri arasında geniş çaplı iletişim kurmalarına yardımcı
olur. Oysa adamlık dininde konuşma, bu temel amaçlarının dışına taşarak adamlık
dini insanının çarpık psikolojisinin bir dışa vurum aracı haline gelmiştir.
Adamlık dini insanının bütün kompleksleri, kişilik bozuklukları, psikolojik
problemleri, ruhsal sapmaları konuşması sırasında ortaya dökülür. Büyük bir
çoğunluk kendisini dışarıya karşı olduğundan farklı ve üstün gösterme
sevdasındadır. Bu gösteriş de, tavır ve davranışlarla olduğu gibi büyük ölçüde
konuşma yoluyla gerçekleştirilir. Bu bölümde adamlık dini fertlerinin
konuşmalarını, üslup, içerik, tavır, mimik ve diğer özellikleri açısından ele
alacağız.
ADAMLIK DİNİNİ YAŞAYAN İNSANLARIN DAVRANIŞ BOZUKLUKLARI
''GÖRGÜSÜZLÜK VE ÖZENTİ ANLAYIŞI''
(SAYIN ADNAN OKTAR'IN KRAL KARADENİZ'DEKİ CANLI
RÖPORTAJI, 6 MART 2009)
ADNAN
OKTAR: Bazen öyle tipler görüyorum ki hakikaten görgüsüz ve
cahil, ama kulağına küpe takmış, saçını da üç numaraya vurmuş, tişört giymiş,
kelimeleri böyle yaya yaya konuşuyor, ilginç konuşma şekilleri geliştirmişler
şimdi yeni. Bir acayip. Kelimeleri sündürerek falan, işte kulağına walkman
midir nedir ondan takıyor, bir şeyler yapıyor. Ultra modern görünümlü kendi
kafasına göre, ama tam cahil ve görgüsüz. Ben saçını kazıtmasına bir şey
demiyorum, yahut kesmesine. O hoşuna gidiyorsa yapsın. Tişört giymesine de,
walkman takmasına da. Hoşuna gidiyorsa yapsın. Ama bununla çağdaş olduğunu
zannetmesi çok ilkel. Çünkü çağdaşlık sevgi dolu olmak, merhametli, şefkatli
olmak, itinalı, dikkatli olmak, lafını sözünü bilmek, lafın nereye gideceğini
bilmek, temizliğe dikkat etmek, diğer insanları rahatsız etmemek, Yaratandan
ötürü yaratılmışları sevmek, çiçeklere, bitkilere, çocuklara, güzelliklere, her
şeye karşı bir hayranlık duymak, onları koruyup kollamak, olayların girift
taraflarını görmek budur çağdaşlık.
Yapmacık
ve Samimiyetsiz Konuşmalar
Adamlık
dini bir "kalıplar" dinidir. İnsan bu kalıpları benimsediği ve
uyguladığı müddetçe toplum içinde benimsenir ve rağbet görür. İnsan
ilişkilerinde çok önemli bir yer tutan konuşmanın da bu batıl dinde kendine
özgü sayısız kalıpları vardır. Adamlık dininde konuşmalar ortam ve duruma göre
bu kalıplardan uygun olanlarının seçilip ardı ardına getirilmesiyle oluşur.
Kişinin sarf ettiği sözleri gerçekten hissedip hissetmediği hiç önemli
değildir. Adamlık dini insanı, hissettikleri dışa vurduklarından farklı olduğu
için -diğer bir deyimle içi dışı bir olmadığı için- bir anlamda "iki
yüzlü"lüğün tarifi içine girer. Normal bir insan için ikiyüzlülük her ne
kadar utanılacak bir durum olsa da adamlık dinini yaşayan bir kişi utanılacak
bir duruma düştüğünün farkında değildir.
Kişi
adamlık dininde, nefret ettiği halde seviyor görünmeyi, sevdiği halde ilgisiz
görünmeyi, umursamadığı halde saygı göstermeyi, üzülmediği halde üzülmüş gibi,
sevinmediği halde sevinmiş gibi davranmayı, içinden gelmediği halde gülüp
kahkaha atmayı ya da ağlamayı, hiç etkilenmediği halde çok şaşırmış görünmeyi
öğrenir. Şartların gerektirdiğine göre de bu öğrendiklerini uygular.
Karşısındakiler
de aynı yapıya sahip oldukları için yapmacıklık ve samimiyetsizliği yadırgamaz,
doğal karşılarlar. Sıra kendilerine geldiğinde de aynı sahte ve suni karakter
yapısını sergilemekten kaçınmazlar. Samimiyetsiz konuşma çeşitlerinden bazı örnekleri
şöyle sıralayabiliriz:
Olayları
anlatırken daha fazla ilgi çekebilmek için abartılı bir üslup kullanmak. Basit
bir şeyi önemliymiş, önemli bir şeyi de basitmiş gibi anlatmak. Konuşurken,
Türkçe karşılıkları olsa bile, yabancı kelimeler kullanarak yabancı dil
bildiğini belli etmek...
Bilmediği
bir konu anlatılırken belli etmeyip biliyormuş gibi davranmak, o konu hakkında
duyduğu bir şeyi ekleyip sanki bütün konuya hakimmiş havası vermek.
Anlatılanlardan etkilenmediği halde yapmacık abartılı tepkiler vermek ve
hissetmediği halde hayret, beğeni, kınama, üzülme, onaylama, destekleme sözleri
sarf etmek. Örneğin aslında şaşırmadığı halde, "pes doğrusu",
"ay inanmıyorum", "şok olduk"... gibi ifadeler sarf etmek.
Bunların
çoğu samimi olarak hissedildiği için söylenmez. Aslında karşı taraf da bu
lafların yapmacıklığından haberdardır. Ancak önemli olan bu kalıpların yerli
yerinde ustaca kullanılmasıdır. Gerisine aldırış edilmez. Samimiyetsizlik ve
ikiyüzlülük adamlık dininde öyle doğal bir hal almıştır, öyle benimsenmiştir
ki, kazara bir derece açık sözlü, içi dışı bir, samimi görünen birisine
rastlansa onun bu özelliğinden olağandışı bir olaymış gibi bahsedilir. Adamlık
dininin yaşandığı çevrelerde insan samimiyetsizliğinde başarılı olduğu ölçüde
toplum içinde başarılı olur. Toplumda insanların hayranlık duyacağı mevkilere
ulaşmış pek çok insana dikkat edildiğinde, bu kuralları uygulamada son derece
usta oldukları görülecektir. Erkeklerde iş hayatında, mesleki kariyerde bir
yükselme aracı olan samimiyetsiz konuşmalar kadınlarda eş, dost, arkadaşlar
arasında bir övünme vesilesi olarak kullanılır. Kocanın makam-mevkisi,
zenginliği, çocuklarının okul durumları, tatilde gidilen yerler, sosyal
ilişkiler ve faaliyetler bire bin katılarak anlatılır. Yapmacık konuşma çeşitlerine
örnek olarak aşağıdakileri de sayabiliriz:
Karşı
tarafın esprilerine, ayıp olmasın diye veya ondan çekindiği ya da ona yaranmak
için zoraki gülmek, içinden gelmediği halde yapmacık kahkahalar atmak.
Sinirlenince abartılı kibar bir üsluba geçip sinirlendiğini ses tonuyla belli
etmek de adamlık dininde sıkça rastlanan tavır bozuklukları arasındadır.
ADAMLIK DİNİNİ YAŞAYAN İNSANLARIN DAVRANIŞ BOZUKLUKLARI
''YAPMACIKLIK''
(SAYIN ADNAN OKTAR'IN KAÇKAR TV'DEKİ CANLI RÖPORTAJI, 12
Mart 2009)
ADNAN OKTAR:
Adamlık dini toplumun birçok kesiminden kardeşimizin karşılaştığı bir
gerçektir. Aşırı yapmacıklık, aşırı yapmacık konuşmalar, yani doğal olmamak.
Mesela birini görüyor, "Vay vay vay sen nerelerdeydin" diyor. Samimi
olarak "ben seni çok özlemiştim. Allah kavuşturdu, elhamdülillah"
dersin, candan bir konuşma olur. Tekrar tekrar "inan çok mutlu oldum. İnan
çok sevindim." Yani yalan mı söylüyorsun da inandırmaya çalışıyorsun.
Yemin ediyor mesela, "yemin ederim çok sevindim" diyor. Üzülmen mi
gerekiyor, tabi ki sevinirsin. Bu tip, böyle yapmacık zorlama izahları
kastediyorum. Toplumun birçok kesiminde insanları rahatsız eden, doğal olmayan
konuşma üslubu bu. Bir de tabi samimi konuşan insan vardır. Bu insanın içini
rahatlatır. Candan konuşuyordur, içinden gelerek konuşuyordur. Ama yapmacık
insanda, bir an önce şu konuşmayı kesse de bir bitse diye insan düşünüyor.
Tahammülü çok güç bir konuşma şeklidir. Buradan da anlayabilir, yani içine
sıkıntı veriyorsa bir adam bilsin ki adamlık dinindedir o, ama içtenlikle ve
rahatlıkla severek dinliyorsa onun konuşmalarını, varlığından huzurluysa o da
adamlık dinini yaşamıyordur inşaAllah.
(SAYIN ADNAN OKTAR'IN KANAL 35'DEKİ (İZMİR) CANLI
RÖPORTAJI, 14 Şubat 2009)
ADNAN
OKTAR: Böyle ilginç tipler olur ya, çok çok yapmacık, akıl almaz
samimiyetsiz bir tavra girer ve garip bir şov yapar, onu andıran çok garip bir
üslupla anlatıyorlar dini. Zaten dikkatlice bakanlar, biraz hafızasını kontrol
edenler hemen anlarlar. Böyle akılsızca, sanki din için konuşurken özel bir
üsluba gerek varmış gibi uhrevi bir üslupla, gözleri dalıyor, bir şeyler
yapıyor, arkada hafif bir müzik, böyle kaval sesi, ney sesi gibi. Niçin bunlara
gerek var? Din apaçık gerçeğin ta kendisidir.
Gerçekten
eğlenen insanın da yüzünde bir ifade olur. Hiç mutlu değiller. Birbirlerine,
hepsini tenzih ederim ama büyük bir bölümü, bir şov sunuyorlar ve mutluluk şovu
tarzında oluyor bu. Çok eziyetli bir şey bu.
Boş ve
Amaçsız Konuşmalar
Adamlık
dininin konuşmalarındaki en belirgin özellik konuşmaların boş ve amaçsız
olmasıdır. Halkın % 90'dan fazla bir kesiminde, "laf olsun diye, konuşmak
olsun diye konuşmak" adeta istemsiz bir davranış haline gelmiştir. Sonuca
götürmeyecek, kalıplaşmış beylik konular bu boş konuşmaların temelini teşkil
eder. Bu tür konuşmaların konu içeriği çok geniştir. Halk arasında, avami
lisanla, "geyik muhabbeti" olarak da tanımlanan bu konuşmalar adamlık
dini insanının gündelik yaşamında önemli bir yer işgal eder. Konuşmaların fazla
değişmeyen klasik açılışları vardır: "Dünyanın hiçbir yerinde
yok...", "Avrupalı bunu yapmaz...", "24 saatte..."
diye başlayan konuşmalar, "beni başa getirecekler...", "biz adam olmayız...",
"onların hepsi benim yanımda yetişti..." şeklindeki konuşmalar uzar,
genişler, konudan konuya atlanır. Bilinen veya bilinmeyen her türlü konuda
fikir beyan etmeye yönelik konuşmalar da en çok rağbet görenlerdendir. Hiçbir
sonuca bağlanamayan, bağlansa da hiçbir fayda getirmeyen bu tip konuşmalar
genelde karşı tarafa fikir, düşünce, yorum sahibi olduğunu hissettirme
kompleksinden kaynaklanır.
Çözümsüz
ve Hikmetsiz Konuşmalar
Adamlık
dininde gerçekten konuşulup halledilmesi gereken konular bile karmaşa ve
çözümsüzlüğe sürüklenir. Çok kısa sürede çözülebilecek meseleler saatlerce
uzatılır. Konuşmalar karşılıklı iddialaşma, inatlaşma ve kişilik gösterisine
dönüşür. İş toplantıları, arkadaş toplantıları, apartman toplantıları hep bu
tür görüntülere sahne olur. Hikmetsizlik, konuşmaların her anına işler.
Konuları özlü, hikmetli, akılcı bir biçimde dile getirmek mümkün değildir. Çünkü
hikmet ancak, Allah'ın dileyip seçtiği kullarına verdiği bir üstünlüktür. Bir
Kuran ayetinde şöyle buyrulur:
Kime dilerse hikmeti ona
verir; şüphesiz kendisine hikmet verilene büyük bir hayır da verilmiştir. Temiz
akıl sahiplerinden başkası öğüt alıp-düşünmez. (Bakara Suresi, 269)
Kuran'da
bildirilen akıl ve hikmete sahip olmayan adamlık dini insanı, birkaç cümlede
anlatılabilecek bir konuyu dakikalarca hatta saatlerce anlatamaz. Bazı
durumlarda da kısa sürede anlatabileceği konuyu özellikle dakikalarca uzatıp
"tadını çıkartır". Televizyonlardaki açık oturumlarda çok kısa sürede
çözülebilecek meselelerin saatlerce tartışması yapılır, ama hiçbir sonuca
varılmaz. Bu konu hakkında Kuran'da şöyle bildirilmektedir:
İnsanlardan öyleleri vardır
ki, bilgisizce Allah'ın yolundan saptırmak ve onu bir eğlence konusu edinmek
için sözün 'boş ve amaçsız olanını' satın alırlar. İşte onlar için aşağılatıcı
bir azap vardır. (Lokman Suresi, 6)
Adamlık
dininde kişi lafı uzatıp bir türlü konunun özüne inemez. Çok konuştuğu halde
birşey anlatamaz. Gereksiz girişler, anlamsız bağlantılarla çok basit bir
konuyu bile içinden çıkılamaz bir hale sokar. Konuşmalarının arasına kendine
dikkat çekmeye, fikir ve düşüncelerini önemli göstermeye ya da bilgi ve
kültürünü ispatlamaya yönelik imalı sözler katmaya çalışır. En hayati konularda
bile kendi şahsının öne çıkması birinci planda, konuşulan konu ikinci
plandadır. "Bilin ki, dünya hayatı
ancak bir oyun, '(eğlence türünden) tutkulu bir oyalama', bir süs, kendi
aranızda bir övünme (süresi ve konusu), mal ve çocuklarda bir
'çoğalma-tutkusu'dur..." (Hadid Suresi, 20) ayeti nde haber verilen özellikler
adamlık dininin konuşmalarında da çok yoğun olarak kendini gösterir.
Bunlara,
hep bir ağızdan konuşmak, karşısındakinin sözünü kesmek, konuyu yarıda kesip
kendince önemli gördüğü başka bir konu açmak, yerli yersiz, bilip bilmediği her
konuya karışmak gibi hareketleri de ekleyebiliriz.
Düşüncesiz
Konuşmalar
Adamlık
dininin konuşmalarında düşüncesizlik sık sık kendini gösterir. Anlattığı konu
ya da kullandığı üslup karşı tarafın ilgisini çekmediği halde bunu fark
edemeyip aynı tempoda anlatmaya devam etmek, daha önce anlattığı şeyleri unutup
tekrar tekrar anlatmak, herkesin bildiği şeyleri çok orijinal bir konu
anlatıyor edasıyla anlatmak, bir kişinin vakti yokken lafa tutmak adamlık
dinine has düşüncesizliğin en belirgin örneklerindendir. Bütün bunların
yanı sıra, yapılan yersiz ve kötü espriler konuşmaların daha da hikmetsiz bir
hale gelmesine sebep olur.
Patavatsızlık,
düşüncesiz konuşma şekillerinden biridir. Yanlış anlaşılmaya müsait sözler sarf
etmek, lafın ucunun nereye varacağını hesaplayamamak, konuşurken çeşitli potlar
kırmak bu sınıfa girer. Çoğu zaman kasıtlı bir aşağılama ya da alay etme amacı
olmadığı halde bilinçsizce sarf edilen sözlerle insanları rencide etmek adamlık
dini insanına mahsus bir davranıştır. Toplu ortamlarda, orada bulunan
kimselerin çeşitli maddi veya fiziksel kusur, eksiklik ya da özürlerini dikkate
almadan, gerek de olmadığı halde, bu konuları gündeme getirmek o kişiler için
taciz edici olabilir. Örneğin saçları dökük ya da boyu kısa veya maddi durumu
kötü olan bir insanın yanında bu özellikleriyle ilgili yersiz konular açmayı,
küçük düşürücü espriler yapmayı adamlık dinine özgü düşüncesizlikler arasında
sayabiliriz.
Saygıya
Uygun Olmayan Alaycı Konuşmalar
Konu ne
olursa olsun iddiacı ve tartışmacı bir üslup takınmak adamlık dininin
özelliklerindendir. Bunun yanı sıra ses tonunu yükselterek baskın çıkmaya
çalışmak özellikle karşı tarafa kendi fikrini kabul ettirmenin bir gereği
olarak kullanılır.
Kendisiyle
aynı ortamda bulunan kişileri muhatap kabul etmeyip, onlar hakkında,
"bu", "şunlar" gibi terimler kullanmak, karşısındakinin
yüzüne bakmadan konuşmak, espriyle bozmak, laf sokmak da adamlık dininde karşı
tarafı aşağılama metotlarındandır. Duyduğu halde kendine ağır bir hava vermek
için sorulan sorulara cevap vermemek, duymazdan gelmek kullanılan başka bir
yoldur. Bunların yanı sıra duyduğu bir şeyi kasten tekrarlatmak, anladığı halde
anlamazdan gelmek, karşı taraf bir şey anlatırken onu kaale almadığını ve
dinlemediğini belli edecek şekilde başkasıyla farklı bir konu konuşmaya
başlamak saygısız ve alaycı konuşmanın diğer örneklerindendir.
Karşısındakinin
anlattığı konuyla ilgilenmediğini, küçümsediğini belli eden alaycı ifadeler
kullanmak "tabi tabi haklısın", "aynen devam et" gibi...
kelimeler kullanmak, ayrıca otoriter üslup takınarak "bakayım"lı
konuşmak ("ver bakayım", "gel bakayım" gibi...) bu konuyla
ilgili diğer örneklerdir.
Telefon
Konuşmaları
Telefonda
konuşurken, normal zamanda kullandığı ses tonu ve üsluptan farklı bir ses tonu
ve üslup kullanmak yine adamlık dini özelliklerindendir. "Alo"
kelimesini bulunduğu yerdeki statüsüne göre, farklı samimiyetsiz şekillerde
telaffuz etmek, örneğin patron ve müdür konumundaysa sesini özellikle kalın ve
tok bir tona getirip ağır ve ekstra ciddi bir üslupla telefonu açmak gibi.
Adamlık
dininde telefonla konuşurken görülebilen diğer hareketler de şöyle
sıralanabilir: Karşılıklı konuşmalarda rahat söyleyemeyeceği şeyleri telefonda
cesaret bulup söylemek, çıkarı olan birisinden telefon beklerken telefonun
başından ayrılmadığı halde telefon çalınca hemen açmamak, uzun bir süre
çaldıktan sonra cevap vermek...
Karşı
tarafla konuşurken etrafındakilere kaş göz işaretleriyle mesaj vermek. Kendini
tanıtma ve vedalaşma sırasında yapmacık samimiyet kalıpları kullanmak,
sinirlendiğini belli etmek için ahizeyi vurarak kapatmak, konuşurken karşı
tarafa samimiyetsiz iltifatlar yapıp telefonu kapattıktan sonra karşı taraf
hakkında olumsuz veya alaycı konuşmak gibi davranışlar da adamlık dinine has
hareketlerdir.
Arkadan
Çekiştirme ve Dedikodu
Kalem
Suresi'nin 10-13. ayetlerinde, adamlık dini mensuplarının gösterdiği basit ve
aşağı tavırlar birbiri ardına tarif edilir. Bu konu ile ilgili olarak
bildirilen ayetler şöyledir:
Şunların hiçbirine itaat
etme: Yemin edip duran, aşağılık. Alabildiğine ayıplayıp kötüleyen, söz getirip
götüren. Hayrı engelleyip sürdüren, saldırgan, olabildiğince günahkar. Zorba,
saygısız, sonra da kulağı kesik. (Kalem Suresi, 10-13)
Ayetlerin
ilk başında söylenen "alabildiğine ayıplayıp kötüleme", adamlık
dininde çok rastlanan bir tavırdır. Bu şeytani dinin mensupları içinde,
insanların yüzüne karşı iyi davranan, sonra da arkasından çekiştiren insan
modeli son derece yaygındır. Hiç kimse birbirinin eksik ve hatalı yönleriyle,
düzeltmek kastıyla ilgilenmez. Zaten, başkalarının hatalarını düzeltmek de pek
arzu edilmez. Kişinin herhangi bir hatası, ancak bir alay ya da dedikodu konusu
olarak gündeme gelir.
Adamlık
dininde adeta bir eğlence ve oyalanma konusu haline gelen dedikodunun, sosyal
yaşamda önemli yeri vardır. Toplumda bu kötü huyun eleştirilmesi ve
reddedilmesi beklenirken aksine çoğunlukla teşvik edildiği görülmektedir. Oysa
Kuran'da bu konuda verilen hüküm şudur:
Ey iman edenler zandan çokça
kaçının; çünkü zannın bir kısmı günahtır. Tecessüs etmeyin (birbirinizin gizli
yönünü araştırmayın). Kiminizde kiminizin gıybetini yapıp arkadan çekiştirmesin
Sizden biriniz ölü kardeşinin etini yemeyi sever mi?... (Hucurat Suresi, 12)
ADAMLIK DİNİNİ YAŞAYAN İNSANLARIN DAVRANIŞ BOZUKLUKLARI
''BOŞ KONUŞMA''
(SAYIN ADNAN OKTAR'IN KANAL 35'DEKİ (İZMİR) CANLI
RÖPORTAJI, 1 ŞUBAT 2009)
ADNAN
OKTAR: Boş konuşma ne eziyettir ne zordur, hele yapmacık bir
insanın boş konuşmalarını dinlemek, öyle insanlara dikkat edin hep groge olur.
Aklı başında bir insan adeta perişan olur sıkıntıdan. En güzel şey oradan çıkıp
gitmeleridir. Dedikodu yapıldığında da dedikodusu yapılan insanı överseniz
dedikodu yapanın zevkini boğazına tıkarsınız çok iyi olur. Yani üç beş tane
övücü söz söylerseniz dedikodunun hiçbir anlamı kalmaz onun için.
3-
ALAYCILIK
Samimiyetsizliğin
yanı sıra alaycılık da adamlık dini insanlarının ortak davranış
bozukluklarındandır. Kuran'da açıkça yasaklanan alaycılığın, ne derece
çekinilmesi gereken bir davranış olduğu bir
ayette şöyle bildirilmiştir:
Arkadan çekiştirip duran ve
kaş göz işaretiyle alay eden her kişinin vay haline... (Hümeze Suresi, 1)
Buna
karşın adamlık dininde, kişinin fırsat bulduğunda hiç çekinmeden bir başkasıyla
alay etmesini ve onu küçük düşürmesini engelleyen hiçbir kural yoktur. Tam
tersine alay eden kişinin safında olmak herkes için daha cazip bir durumdur.
Alaycı ve küçük düşürücü tavırlara şu örnekleri verebiliriz:
Bir
topluluk içinde samimi olduğu kişilerle kaş göz işareti yaparak diğer bazı
kişileri alaya almak, topluluk içinde insanları aşağılamak kastıyla onların
hatalarını, eksiklerini, kusurlarını gündeme getirmek ve bunları alay konusu
yapmak, kişinin fiziksel özellikleriyle alay etmek, karşı tarafın eksik ya da
vasat özelliklerini, o şahsı bu özelliklerin zıt olanlarıyla överek alay konusu
yapmak.
Ayrıca
şaka ve esprilerle veya kötü lakaplar ve sıfatlar takmak suretiyle insanları
küçük düşürmek, bakış ve mimiklerle insanları küçümsemek ve aşağılamak,
karşısındakinin küçük düşürücü şekilde taklidini yapmak, üslup, ses tonu ve
seçilen kelimelerle karşı tarafı ezmeye çalışarak kendi üstünlüğünü ortaya
koymak, birisi bir şey anlatırken onun eksikliğini ima ederek başkasıyla
gülüşmek, duyamayacağı bir şekilde onun hakkında fısıldaşmak gibi hareketler
adamlık dininde sık sık görülür.
Bunların
yanı sıra ortamda hata veya sakarlık yapan birisiyle toplu olarak dalga geçmek,
eğlence konusu edinmek için saflığı ya da iyi niyetiyle tanınan bir kişiyle özellikle
uğraşıp onun her hareketinden, her sözünden alay edilecek bir şeyler çıkarmak,
sevmediği, ezmek istediği bir kimseyi bilhassa kalabalık ortamları kollayarak
küçük düşürmek de adamlık dininin özelliklerindendir. Oysa alaycılık,
aşağılama, lakap takma gibi davranışlar Kuran'da şiddetle kınanmış ve
yasaklanmıştır:
Ey iman edenler, bir kavim
(bir başka) kavimle alay etmesin, belki kendilerinden daha hayırlıdırlar;
kadınlar da kadınlarla (alay etmesin), belki kendilerinden daha hayırlıdırlar.
Kendi nefislerinizi (kendi kendinizi) yadırgayıp-küçük düşürmeyin ve
birbirinizi 'olmadık-kötü lakaplarla' çağırmayın. İmandan sonra fasıklık ne
kötü bir isimdir. Kim tevbe etmezse, işte onlar, zalim olanların ta
kendileridir. (Hucurat Suresi, 11)
4-
UMURSAMAZLIK
Adamlık
dininin en temel esaslarından biri umursamaz görünümdür. Çünkü bu batıl dinde
umursamazlık, sözde akıl, yetenek ve şahsiyet üstünlüğünü vurgulama yöntemi
olarak kullanılır. Çok özel, önemli ve herkesten daha üstün bir şahsiyete sahip
insan izlenimi vermenin yolunun, "umursuzluk" olduğuna inanılır. Bu
nedenle özellikle gençler arasında umursuz tavırlar çok yaygındır.
Bir
lisenin en popüler kızlarını veya erkeklerini düşünün. Genellikle bu kişilerde
alçakgönüllü, herkese karşı sevgi dolu, saygılı ve candan bir tavır
göremezsiniz. Çünkü güzel ahlakın en önemli özellikleri olan bu tip tavırlar,
cahiliyede küçük düşürücü bulunur. Adamlık dininin mensupları arasında popüler
olabilmek için mümkün olduğunca kibirli ve umursuz olmak gerekir. Herkese selam
vermemek, ancak selam verilen insan olmak bu anlamda çok önemlidir. Sevgi
gösteren değil, ancak kendisine sevgi gösterilen kişi olmak da.
Çevresindekilerle ilgilenmiyormuş gibi görünmek, birisi candan bir tavır
gösterdiğinde mesafeli davranmak, sadece yakın birkaç arkadaşıyla samimi olup
bunların dışında herkese karşı ilgisiz davranmak da bu anormal davranışlara
örnektir.
Umursamazlığın
bir de ikinci bir yönü vardır ki, "boş verme" mantığı olarak
kendisini gösteren bu yönü, cahiliye toplumunun hemen hemen tamamına hakim
durumdadır. Bu ruh halinde insanlar tehlikeyi fark etmez, fark etseler bile
akılsızca umursamazlar. Çünkü adamlık dini tehlikeye karşı sakin davranmayı bir
üstünlük olarak gösterir. Bu nedenle cahiliyede umursamazlıktan kaynaklanan
ölümler, sakatlanmalar, hastalanmalar çok fazla olur. Örneğin kablosu elektrik
kaçağı yapacak şekilde yıpranmış olan bir eletronik aleti tamir ettirmek
yerine, "boş ver biz böyle şeylerden korkmayız" diyerek bu şekliyle
kullanmak bu umursuzluğun bir göstergesidir. Ya da elektirik tesisatı eskimiş
ve her an yangın çıkma tehlikesi olan bir apartmanda oturanların, "boş ver
bu apartman sağlam apartmandır bir şey olmaz" sözleriyle bu tehlikeyi
görmezden gelmeleri… Hatta insanların birçoğu, "biz eski toprağız bize bir
şey olmaz" mantığıyla yıllarca doktora gitmez, hastalıkları için herhangi
bir tedavi görmeye gerek duymaz. Adamlık dininin bu umursuzluğu nedeniyle,
vücudundaki kanseri, tümörleri, virüsleri fark etmeden yıllarca yaşayan ve
durum fark edildiğinde de ölümün eşiğine gelmiş insanlar çok fazladır.
Bu
umursuzluğun getirdiği bir başka tehlike ise çevreye zarar verme ihtimalidir.
Örneğin bazı kişiler 3-4 yaşındaki çocuklarını "hiçbir şey olmaz"
zihniyetiyle evde yalnız bırakabilmektedirler. Döndüğünde çocuğunu sobaya yapıştığı
veya gazı açtığı için yaralı ya da ilaç içtiği veya camdan düştüğü için ölü
bulan insanlara çok sık rastlanır. Bu tip haberler her gün gazete sayfalarında
çıkar. Ancak adamlık dininin umursamazlığı bu noktada da kendini gösterir. Bu
haberleri okuyan insanlar böyle bir olayın kendi başlarına gelmeyeceğine
inandıkları için aynı tavra devam ederler.
Cahiliye
ahlakında "umursuzluk" o kadar yaygındır ki, insanlar birbirlerinden
sürekli olarak "boş ver, aldırma, hiçbir şey olmaz" gibi sözler
işitirler. Hatta bu dinin sapkın anlayışından dolayı insanlar, herhangi bir
tehlike karşısında tedbir almaya veya tedbir alınmasını teklif etmeye
utanırlar. Çünkü korkaklıkla suçlanırlar. Örneğin yangın tertibatı olmayan
büyük bir iş yerinde çalışanların, gerekli teçhizatların getirilmesini teklif
etmesi ya da eskimiş olan asansör tertibatının yenilenmesini istemeleri oldukça
zordur. Çünkü böyle bir durumda işyerindeki diğer insanlar büyük bir ihtimalle
alaycı esprilerle bu kişiye korkak muamelesi yapacaklardır. Halbuki sırf
akılsızca bir "kendini ispatlama" zihniyetiyle yapılan bu tip
umursuzlukların sonu genellikle bu insanların zararına neticelenir.
Ancak
burada önemli bir noktaya dikkat çekmekte yarar vardır. Elbette bir tehlike
karşısında aşırı panik olmak, bir anda şuuru kapanır derecede dehşete düşmek
gibi tavırlar da doğru değildir. Allah insanlara Kuran'da tevekküllü olmalarını
yani zor durumlarda, tehlike anlarında da Allah'a güvenip dayanmalarını
emretmiştir. Bu konudaki bazı ayetler şöyledir:
Müminler ancak o kimselerdir
ki, Allah anıldığı zaman yürekleri ürperir. O'nun ayetleri okunduğunda
imanlarını artırır ve yalnızca Rablerine tevekkül ederler. (Enfal Suresi, 2)
De ki: "Allah'ın bizim
için yazdıkları dışında, bize kesinlikle hiçbir şey isabet etmez. O bizim
Mevlamızdır. Ve mü'minler yalnızca Allah'a tevekkül etmelidirler." (Tevbe
Suresi, 51)
… Kim de Allah'a tevekkül
ederse, O, ona yeter. Elbette Allah, Kendi emrini yerine
getirip-gerçekleştirendir. Allah, herşey
için bir ölçü kılmıştır. (Talak Suresi, 3)
Ve (Hz. Yakup) dedi ki:
"Ey çocuklarım, tek bir kapıdan girmeyin, ayrı ayrı kapılardan girin. Ben
size Allah'tan hiçbir şeyi sağlayamam (gideremem). Hüküm yalnızca Allah'ındır.
Ben O'na tevekkül ettim. Tevekkül edenler de yalnızca O'na tevekkül etmelidirler."
(Yusuf Suresi, 67)
Yukarıdaki
ayette görüldüğü gibi Hz. Yakup, çocuklarına tevekküllü olmayı öğütlemekte,
ancak aynı zamanda yapacakları işte tedbir almayı da hatırlatmaktadır. İşte,
salih bir Müslümanın göstermesi gereken tavır da budur. Ne adamlık dininin
gereği olan umursuzluk, ne de Allah'ın çirkin olduğunu bildirdiği
tevekkülsüzlük doğru tavırlar değildir. İnsan gördüğü her tehlikeye karşı
aklını kullanıp tedbir almalı, ama aynı zamanda da Allah'ın dilemesi dışında
hiçbir tehlikenin önüne geçemeyeceğini bilerek Rabbimiz'e teslim olup tevekkül
etmelidir.
5-
ZALİMLİK
Adamlık
dini topluma son derece acımasız ve insaniyetsiz bir sistem getirir. Bu nedenle
halkın büyük bir çoğunluğu çevresine karşı son derece düşüncesiz ve
merhametsizdir. Dolayısıyla insanların sadece bir gün içinde defalarca morali
bozulur, kırılır, kalbi sıkılır. Adamlık dininin zalimliği nedeniyle son derece
gergin, asabi, azap dolu bir hayat yaşarlar. Herkesin çok dışa dönük ve neşeli
bildiği insanların bile hemen hemen tamamı, akşam yatağına yattığında saatlerce
ağlayan, için için büyük bunalımlar yaşayan insanlardır. Çünkü toplumun
geneline adamlık dini tam hakim durumdadır ve bu batıl dinin getirdiği her
tavır ve her mimik insanlar için -kendileri de aynılarını yapıyor olsa da- katlanması
çok güç bir eziyettir.
Örneğin
maddi durumu iyi olmadığı için iş yerine her gün aynı kıyafetle gitmek zorunda
kalan bir insan düşünelim. Bu kişi için her gün aynı kıyafeti giymek büyük bir
sıkıntı konusudur. Çünkü mutlaka çevresindeki insanlar bu konuyu kendi
aralarında konuşur, bu durumdan dolayı ona değer vermez ve "bu kazak da
üstünde parçalanacak", "senin de başka kıyafetin yok galiba"
gibi düşüncesizce esprilerle alaycı bir tavır takınırlar.
Bir iş
yerinde, okulda, yazlıkta, kursta veya bir topluluğun olduğu herhangi bir
mekanda mutlaka insanların arkasından konuşan birilerinin olduğunu bilmek de
çok sıkıntı vericidir. Çünkü insanlar mutlaka kendi arkalarından konuşulanları
bir vesileyle duyar ve bundan dolayı kalplerinde büyük bir sıkıntı hissederler.
Adamlık
dininde insanlar çok ince yöntemlerle birbirlerinin moralini bozabilirler.
Örneğin yeni kıyafet giymiş birine, "güzel kıyafet, ama sana pek olmamış,
dünkü kıyafetin sana daha çok yakışmıştı" demek, genellikle karşıdaki
insanı aşağılamak için yapılır. Çünkü adamlık dininde övgü, iltifat veya
güzellik dile getirme yoktur. Bu nedenle insanlar birbirlerinin güzel yönlerini
övmezler. Saçını değişik bir model yapmış birine çok beğendiği halde, "bu
da yakışmış, ama eski modelin sende daha güzel duruyor" demek de, adamlık
dininin iğneleyici üsluplarından biridir. Her güzellikle bir kusur bulmak ve
güzel olan yerine kusurlu olanı dile getirmek adamlık dininin bir kuralıdır.
Örneğin çok güzel bir insanı, "güzel ama daha güzellerini de gördüm",
"güzel, ama şurası kusurlu", "güzel, ama gözleri yeşil olsaymış
daha güzel olurmuş" gibi ifadelerle övmekten kaçmak bu kuralın gereğidir.
Başkalarının
hatalarından, eksiklerinden veya kusurlarından yola çıkarak eğlenmek de adamlık
dininde uygulanan bir zalimlik çeşididir. Örneğin bir insanın gözündeki
bozukluğu, şaşı olmasını espri konusu yapmak ve arkasından "sana mı
bakıyor bana mı bir türlü anlamıyorum", "göz göze gelemiyorum"
diyerek kahkahalarla gülmek… Sakar bir insanın eline bir şey verirken
"aman ha sıkı tut" gibi espriler yapmak… Saçları dökülen birine
sürekli olarak piyasadaki yeni çıkan ilaçları sayarak gülmek, "yeni saç
ekme yöntemleri geliştirmişler, sana da bir randevu alalım", "bugün
bir iki tel daha dökülmüş herhalde" gibi espriler yaparak kendince
neşelenmek… Boyu kısa birine "aşağıda havalar nasıl", "aşağıdan
dünya nasıl görünüyor" gibi cahilce sözler söylemek... Tüm bunlar adamlık
dininden kaynaklanan zulüm yöntemleridir. Ayrıca düşen bir insana gülerek, onu
mahçup etmek, kıyafeti sökük olan birini eğlence konusu yapmak, dili sürçen
birinin taklidini yapmak da bu batıl dinin zalimliklerinden bazılarıdır.
Bu tip
durumlarda espri yapılan kişi de genellikle kendisine yapılan bu şakalara
adamlık dininin tavırlarıyla cevap verir. Örneğin bozulmadığını düşünsünler
diye gülerek karşılık verir. Ancak içinde söylenenlerin sıkıntısını ve acısını
mutlaka hisseder. Veya o da karşı tarafın bir kusurunu yüzüne vurur ve bu
çirkin tavırlar karşılıklı olarak sürüp gider.
6-
KIZDIRMA TAKTİKLERİ
İnsanları
kızdırmaya çalışmak adamlık dininin bir diğer önemli özelliğidir. Halk arasında
birçok insan çeşitli sebeplerle bu yöntemi kullanır. Kimisi sevmediği bir
insana rahatsızlık vermek, kimisi de kendisine kötülük yapan birinden intikam
almak istediği için kızdırıcı davranır. Kimisi için ise kızdırmak adeta bir
yaşam şekli olmuştur. İnsanların zaaflarını ortaya çıkarmaktan ve
öfkelenmelerini seyretmekten hoşlanır ve bu şekilde nefsini tatmin eder.
Annesine, babasına, öğretmenlerine, arkadaşlarına karşı her tavrının altında
kızdırıcı bir yön olur. Ancak adamlık dininin bu özelliği, insanlar tarafından
çok açık olarak uygulanmaz. Kızdırmanın belirli yöntemleri vardır. Bunlardan
birkaçı şunlardır:
"Sakin
takılmak"
Karşı
tarafı kızdırmaktan zevk alan insanlar bu yönteme çok sık başvururlar.
İnsanların önem verdiği, heyecan duyduğu, telaşlandığı konularda normalin
dışında sakin bir tavır göstererek karşılarındaki insanı rahatsız ederler.
Özellikle gençlerin anne ve babalarına karşı olan tavırlarında buna sıkça
rastlayabilirsiniz. Örneğin dışarı çıkmasına izin vermeyen annesinden intikam
almak isteyen bir genç kız, onun bütün sorularına son derece lakayt ve sakin
bir ses tonuyla cevap verir.
Annesi
telaş içinde kaybettiği bir şeyi aradığında ve kızından yardım istediğinde sakin
bir şekilde "görmedim" diyerek kafasını çevirir ve gazetesini okumaya
devam eder. Annesi telefonda bir şey not etmek için acil kalem kağıt
istediğinde, yavaş hareketlerle yerinden kalkıp ağır adımlarla kalemi ve kağıdı
alıp son derece sakin bir tavırla bunları annesine götürür. Annesi samimi ve
neşeli bir şekilde okulda neler yaptığını sorduğunda sadece "hiç"
diye cevap verir. Candan bir tavırla gününün nasıl geçtiğini sorduğunda sadece
"iyi" diyerek yürümeye devam eder. Çünkü tüm bu tavırlarının karşı tarafı
kızdıracağını bilir.
Acelesi
olan bir insana onun işine engel olacak ve hızını kesecek bir sakinlikle
davranmak da adamlık dinindeki bir kızdırma yöntemidir. Örneğin işine geç kalan
bir insan tam kapıdan çıkarken yukarıdaki odada çantasını unuttuğunu
söylediğinde, son derece
ağır adımlarla merdivenleri çıkarak, çantayı alıp yine uykulu bir sakinlik
içinde kapıya getirmek, sırf karşı tarafı kızdırmak için yapılan bir eylemdir.
Öğrencisine büyük bir gayret içinde bir konu anlatmaya çalışan bir öğretmeni
ilgisiz gözlerle dinleyip en sonunda da sakin bir sesle "ben hiçbir şey
anlamadım" demek, öğretmenini kızdırarak nefsini tatmin etmek isteyen
cahiliye insanının tavrıdır.
"Sakin
takılma"nın bir başka şekli sorulan sorulara bir türlü doyurucu cevap
vermemektir. Örneğin "evin her yerini aradım ama ayakkabılarımı bulamadım
sen gördün mü?" sorusuna sadece "evet" diye cevap vermek bir
kızdırma taktiğidir. Bunun ardından "peki nerede gördün" sorusuna
yalnızca "odada" cevabını vermek ve ne hangi oda olduğunu ne de
yerini tarif etmemek karşı tarafın bir sürü soru sormasını gerektirecektir.
"Hangi odada, odanın neresinde, hangi dolapta, dolabın hangi rafında"
gibi soruların sorulması gerekecektir. Böylece sadece tek bir cümleyle
halledilebilecek bir konu, dakikalarca uzayarak ve karşı tarafı zahmete sokarak
kızdırıcı bir hale bürünmüş olacaktır. Bu nedenle sorulan sorulara tam ve
açıklayıcı cevap vermemek, adamlık dininin kızdırma yöntemlerinden biridir.
Duymazlıktan,
görmezlikten, anlamazlıktan gelmek…
Cahiliye toplumlarında
bu yöntemi genellikle kavgalı kişiler birbirlerinden intikam almak için
kullanırlar. Kavgalı oldukları insanı kızdırarak rahatsız etmek, ona
huzursuzluk vermek için uygularlar. Böylece bir nebze de olsa intikam
aldıklarını düşünürler. Örneğin kavga ettikleri kişinin de bulunduğu bir
toplulukta ondan yana bakarak konuşmamak, sanki o ortamda öyle bir insan yokmuş
gibi davranmak, herkesin esprisine gülerken onunkine gülmemek, herkese selam
verirken ona selam vermemek, herkese veda ederken ona etmemek, herkesin
hatırını sorarken onun yanından geçip gitmek, adamlık dini kıstaslarına göre
"sana değer vermiyorum, bilgin olsun" anlamına gelir.
Bu yöntem
kızdırmayı hayat şekli haline getirmiş insanlar tarafından da çok sık
uygulanır. Kendisiyle konuşan bir insanın anlattıklarını çok iyi duyduğu halde
dinlememiş gibi yapmak, "pardon sen en son ne demiştin", "bir
şey mi söyledin" gibi sorularla karşı tarafı pek umursamadığını göstermek
bu insanların uyguladığı bir adamlık dini tavrıdır. Anladığı bir konuyu sürekli
açıklattırmak da diğer bir kızdırma yöntemidir. Örneğin kendisine "biraz
ağır davranıyorsun, hızlı olsan daha başarılı olursun" diyen birinin ne
söylemek istediğini çok iyi anladığı halde, "nasıl ağır yani" gibi
bir soru sormak karşı tarafa iş çıkarmak ve onu bu söylediğine pişman etmek
için yapılır. Annesinden daha düzenli olması için uyarı alan bir genç kızın
buna cevaben "nasıl daha düzenli olabilirim ki" gibi sözlerle
karşılık vermesi de bu eleştiriye karşı geliştirilen bir kızdırma taktiğidir.
Halbuki her insan hızlı hareket etmenin veya düzenli olmanın ne demek olduğunu
daha çocuk yaşlarda öğrenir ve bunlar son derece kolay uygulanabilecek
konulardır.
"Laf
dokundurmak"
Kızdırmanın
diğer bir yöntemi "laf dokundurma" tabiriyle bilinen bir tavır
bozukluğudur. Örneğin tanıdığı biri vasıtasıyla şirkete girmiş ve üst düzey
yöneticiliğe yükseltilmiş bir elemanın olduğu iş toplantısı sırasında,
"keşke bizim arkamız da güçlü olsaydı da, biz de kısa yoldan
yükselseydik" demek buna bir örnektir.
Veya istemeyerek yaptığı bir hata yüzünden zarara sebep olan birinin
yanında "bazı insanların hatalarının ceremesini biz çekiyoruz, bildiğiniz
gibi" şeklinde sözler sarf etmek yine "laf dokundurmak"
maksatlıdır. Burada isim vermemek, özellikle "bazı insanlar" diye
belirtmek yine adamlık dininin çirkin kurallarındandır.
Arkadaşının
sınavlarda hep kendisinden daha iyi not almasını kıskanan bir öğrencinin bu
kişinin yanında, "sabahlara kadar çalışıp belli etmeyen nice kişiler
var" demesi, laf dokundurarak karşı tarafı kızdırmak için yapılır.
Bakışla
kızdırmak
İnsanlar
genellikle sözle anlatamadıkları şeyleri bakışlarına yansıtarak karşı tarafa
anlatma yolunu seçerler. Çünkü bakışla yapılan bir ima hiçbir zaman maddi
olarak ispat edilemez ve insanlar bakışlarındaki anlamı kolaylıkla
reddedebilirler. Örneğin karşısındakine kinle bakan bir insan, "o an
heyecanlandım, bakışlarım ondan değişmiştir, yoksa kinle hiçbir ilgisi
yok" dediğinde bunu herkes kabul etmek zorunda kalır. Ya da bakışlarında
alaycılık olan birinin, "yoo ben seni gayet ciddi dinliyorum, bir an
aklıma bir şey geldi de ondan bakışlarımda gülme görmüş olabilirsin"
dediğinde buna kimse itiraz edemez. Çünkü bakıştaki alaycılığın maddi bir
delili yoktur. Ancak insan bakışlarıyla karşısındakine, her türlü olumlu veya
olumsuz düşüncesini belli edebilir. Bu nedenle cahiliye toplumlarında kızdırma
yöntemi olarak sadece bakışlarını kullanan birçok kişi vardır.
Örneğin
insanlar genellikle kavgalı oldukları bir kişiyle konuşmak zorunda
kaldıklarında gözlerine son derece anlamsız ve donuk bir bakış yerleştirirler.
Bu bakış, yine karşı tarafı umursamadığını anlatan ve bundan dolayı da karşı
tarafı kızdıran bir bakıştır. Nefsine ağır gelen ve gururunu kıran bir konu
anlatıldığında, göz kapaklarını yarıya indirerek, çok ağır bir şekilde açıp
kapayarak ve aynı anda da bomboş bakarak karşı tarafı dinlemek de adamlık
dininin bir parçasıdır.
Karşı
tarafı küçük gördüğünü belli ederek kızdırmak için ise gözlere alaycı bir bakış
yerleştirilir. Bu yöntem, yüz gülmüyorken, gözlerin gülmesi şeklindedir. Karşı
tarafın ciddi bir konuşmasını ciddi bir yüzle ancak gözlerinde gülümsemeyle
seyreden biri, bu tavırla "anlat ama söylediklerin bir kulağımdan giriyor
bir kulağımdan çıkıyor" demenin bir başka yöntemini uygulamış olur.
7- YENİ
FİKİRLERE VE ELEŞTİRİYE KARŞI KAPALI OLMAK
Adamlık
dinini yaşayan bir insan, karakter ve ahlak olarak hayatı boyunca hiçbir
ilerleme kaydedemez. Çünkü adamlık dini eleştiriye ve yeni fikirlere kesin bir
yasak koymuştur. Bir insanın kendisinden büyük, zengin, kültürlü, yüksek makama
sahip, güzel ve tecrübeli bir kişiyi eleştirebilmesi veya ona yeni fikirler
getirebilmesi neredeyse imkansızdır. Hatta adamlık dininde bu konuda o kadar
sert kurallar vardır ki, 20-30 yıllık arkadaşlıklar tek bir eleştiri nedeniyle
bir daha görüşmemek üzere bir anda sona erebilir.
Örneğin
adamlık dinine göre bir insanın, tavrıyla, ahlakıyla, karakteri veya mimikleri
ile ilgili olarak karşısındaki kişinin fikrini alması ve ona danışması son derece küçük düşürücüdür. Bu nedenle genellikle
cahiliye toplumunda kimsenin kendisiyle ilgili konularda bir başka kişinin
fikrini aldığını ve danıştığını göremezsiniz. Örneğin "Karakterimde seni
rahatsız eden bir yön var mı? Gülüşlerimde, yüz mimiklerimde veya yürüyüşümde
bir kusur görüyor musun? Bana kişiliğimle ilgili verebileceğin bir tavsiye var
mı? Nasıl bir insan olsam daha rahat edersiniz ya da daha çok sevilirim?
Kıyafet zevkimi nasıl buluyorsun bana bu konuda verebileceğin bir öneri var
mı?.." gibi sorular duymak hemen hemen mümkün değildir. Çünkü bir insanın
kendisini geliştirmek için çevresinden fikir alması adamlık dininin zihniyetine
taban tabana zıttır. Herkes kendisini "en iyi, en kültürlü, en görgülü, en
akıllı" kişi olarak kabul eder. Eksiklikleri ve kendisini geliştirmesi
gereken yönleri olduğunu bilse bile bunu çevresine belli etmek istemez.
Adamlık
dini, fikir danışmamanın yanı sıra eleştiriye de tam anlamıyla kapalıdır.
Örneğin kendi alanında uzman bir doktor veya bir mühendis düşünelim.
Kendilerine gelen bir kişi eğer başka bir uzmanın fikrinin kendisininkinden
farklı olduğunu ifade ederse, mutlaka "o zaman git ona muayene ol veya o
zaman git evini ona yaptır" gibi bir cevap verirler. Kendi sahasında uzman
olan insanlar, genellikle meslektaşlarının fikirlerini almak istemez ve mutlaka
kendi dediklerinin yapılmasını isterler.
Bu inanca
göre bir insanın kendinden küçük birinden, örneğin yeğeninden eleştiri alması
imkansızdır. Hemen hemen hiçbir genç, amcasına ya da teyzesine karakterleriyle
ilgili bir öneride bulunamaz. Söz gelimi bir akrabasının daha sabırlı, daha
hoşgörülü veya daha ince düşünceli olmasını isteyen bir çocuk, bunu kendisine
söylediğinde büyük bir ihtimalle ya alaycı, ya umursamaz ya da öfkeli bir
tavırla karşılaşır. "Bu yaşta senden tavsiye alacak değilim ya"
zihniyetiyle hareket eden insanlar kendilerinden küçük yaşta birinin aklına
ihtiyaçları olmadığını düşünürler. Halbuki güzel ahlaklı imanlı bir genç,
imansız ancak yaşlanmış olan bir insandan kat kat daha akıllı, vicdanlı ve
ruhen olgun olabilir.
Nitekim
Kuran'da bildirilen, Hz. İbrahim'in babasını doğru yola çağırmak için
söyledikleri bu konuya bir örnektir:
Kitap'ta İbrahim'i de zikret.
Gerçekten o, doğruyu-söyleyen bir Peygamberdi. Hani babasına demişti:
"Babacığım, işitmeyen, görmeyen ve seni herhangi bir şeyden
bağımsızlaştırmayan şeylere niye tapıyorsun? "Babacığım, gerçek şu ki,
bana, sana gelmeyen bir ilim geldi. Artık bana tabi ol, seni düzgün bir yola
ulaştırayım."
"Babacığım, şeytana
kulluk etme, kuşkusuz şeytan, Rahman (olan Allah)a başkaldırandır."
"Babacığım, gerçekten ben, sana Rahman tarafından bir azabın
dokunacağından korkuyorum, o zaman şeytanın velisi olursun." (Babası)
Demişti ki: "İbrahim, sen benim ilahlarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer (bu
tutumuna) bir son vermeyecek olursan, andolsun, seni taşa tutarım; uzun bir
süre benden uzaklaş, (bir yerlere) git." (İbrahim:) "Selam üzerine
olsun, senin için Rabbimden bağışlanma dileyeceğim, çünkü, O, bana pek
lütufkardır" dedi. (Meryem Suresi, 41-47)
Adamlık
dininde, makam ve kültür de eleştiri almayı engeller. Bir işçi, çalıştığı
fabrikanın genel müdürüne asla bir tavsiyede bulunamaz. Ne işle ilgili, ne o
kişinin karakteriyle ilgili, ne de başka bir konuyla ilgili. Örneğin
çevresindekilere karşı hoşgörüsüz ve baskıcı olan bir genel müdür, eğer işçilerinin
birinden bu konuda bir tavsiye alacak olursa büyük bir ihtimalle yapacağı ilk
iş bu kişiyi işinden çıkarmak olur. Çünkü adamlık dinine göre bu büyük bir
hakarettir.
Oysa bu
son derece yanlış bir bakış açısıdır ve Kuran ahlakı ile hiçbir şekilde
bağdaşmamaktadır. Böyle bir eleştiri gelmesi her insan için çok büyük bir nimet
ve büyük bir dostluk gösterisidir. Kuran'da insanlara, birbirlerine iyiliği
emretmeleri ve kötülükten menetmeleri emredilmiştir. Allah'ın bu emrini yerine
getiren bir insana engel olmak, kendisine tavsiye edilen bir iyiliğe yüz
çevirmek, elbette son derece çirkin bir tavırdır.
8-
MİSAFİRE BAKIŞ AÇISI
Bir
insanın manevi değerlerini kaybetmesiyle birlikte bu boşluğun yerini dinsizlik
sistemi üzerine kurulu olan adamlık dini doldurur. İslam ahlakının olmadığı
yerde mutlaka adamlık dini vardır. Adamlık dininin olduğu yerde ise insaniyet,
ince düşünce, fedakarlık gibi güzel ahlaka uygun davranışlar yoktur.
Bu durumu
adamlık dini bireylerinin misafirliğe bakış açısını örnek vererek
açıklayabiliriz. Ancak adamlık dininin bakış açısından önce İslam ahlakının
misafirlik konusunda sunduğu güzellikleri anlatmakta yarar vardır.
Kuran
ahlakını yaşayan bir kişinin evine misafir olarak gittiğinizi varsayalım. Sizi
evinde kabul eden kişi, bu misafirliğinizi büyük bir sevinçle karşılayacaktır.
Çünkü İslam ahlakında misafir ağırlamak bir güzellik olarak görülür ve misafir
her zaman el üstünde tutulur. Bu nedenle eve girdiğiniz andan itibaren sizi
yeni tanıyan insanlar olsa bile son derece güler yüzle, cana yakın ve sıcak bir
ilgiyle karşılaşırsınız. Sizi misafir eden kişinin imkanları kısıtlı olsa bile
elindeki tüm olanakları sizin için seferber edecektir. Çünkü Kuran'da Allah,
misafire o daha istemeden ihtiyaçlarının sunulacağı bir ağırlama adabı
öğretmektedir. Kuran'da bildirilen Hz. İbrahim'in misafirlerine yönelik tavrı,
İslam ahlakında misafire nasıl bir bakış açısı olması gerektiğini
göstermektedir. Ayetlerde şöyle buyrulmaktadır:
"Sana İbrahim'in
ağırlanan konuklarının haberi geldi mi? Hani, yanına girdiklerinde:
"Selam" demişlerdi. O da: "Selam" demişti.
"(Haklarında bilgim olmayan) Yabancı bir topluluk." Hemen (onlara)
sezdirmeden ailesine gidip, çok geçmeden semiz bir buzağı ile (geri) geldi.
Derken onlara yaklaştırıp (ikram etti); "Yemez misiniz?" dedi.
(Zariyat Suresi, 24-27)
Ayetlerde
görüldüğü gibi, Hz. İbrahim tanımadığı halde misafirlerine son derece ince
düşünceli davranmış, onlara sezdirmeden, onları mahcup etmeden ikramda
bulunmuştur.
Ancak
adamlık dininin hakim olduğu kişilerin tavrı böyle bir durumda son derece
bencil ve insaniyetsiz olur. Eğer adamlık dininin etkisi altında olan bir
kişinin evine misafirliğe giderseniz, burada yoğun olarak hissedeceğiniz duygu
"yük olma"dır. Çünkü cahiliye ahlakında misafir, kendi deyimleriyle fazladan
bir "boğaz'" olarak görülür. Karşılıklı çıkar alış verişi olan
insanlar, aralarındaki ilişkinin bozulmaması için mecburen birbirlerini bir
sıraya tabi olarak belirli zamanlarda ağırlarlar. Adamlık dini kurallarına göre
bir kişi diğerinin evine gittiğinde sıra mutlaka diğerine gelir. İki-üç kere
üst üste bir taraf diğerine misafir olmaz.
Bu bakış
açısı gereği misafirin bir an önce evine dönmesi beklenir. Birkaç saatten fazla
bu kişiye tahammül edilmez. Eğer yemeğe davet edilmediyse önüne kesinlikle yemek
sunulmaz. Olabilecek en az masrafla misafiri evine yollama gözüyle bakıldığı
için, en ucuz gelecek şekilde dışarıdan alınan birkaç şey ikram edilir.
Evdekiler genellikle yiyeceklerin iyilerini kendilerine ayırıp kötülerini sunma
ve bu şekilde kar elde etme telaşına düşerler. Misafirin bir tabaktan fazla
yemesi son derece itici görülür ve eğer kendiliğinden biraz daha yiyecek
isterse ev sahipleri mutfakta arkasından "amma çok yedi, bir an önce gitse
de rahatımıza baksak" gibi kızgınlık ifadeleriyle misafirin ne kadar
görgüsüz olduğunu konuşurlar. Misafirin evde dolaşması da hiç hoş karşılanmaz,
ne kadar çok kalırsa kalsın salon sınırlarının dışına çıkması istenmez.
Salondan dışarı çıktığında evde bir rahatsızlık oluştuğu ona hissettirilir.
Eğer
misafir uzak bir yerden gelmişse ve birkaç akşam kalması gerekiyorsa, o zaman
ev sahiplerinin tahammülü iyice azalır. Bir süre sonra misafirin yediği herşey,
yaptığı her hareket, kullandığı her kıyafet rahatsızlık vermeye başlar.
Tabağındaki zeytin çekirdeklerinden içtiği çayın sayısına, kaç tabak yemek
yediğinden kaç kere banyo yaptığına ve ne kadar su harcadığına kadar herşeyi
hesaplarlar. Her hareketlerinde misafirin evde fazlalık olduğunu ona
hissettirirler. Bu nedenle böyle bir evde rahat etmek imkansızdır.
Ancak
elbette bu durumun bir de diğer yönü vardır. Evde misafir olarak bulunan kişi
de adamlık dininin kuralları çerçevesinde hareket etmektedir. O da misafir
olduğu evde maksimum fayda elde etmeye çalışırken, çevresindekilere rahatsızlık
verip vermediğini düşünmez. O da başka yönlerden düşüncesizlik yapar.
Sonuç
olarak adamlık dininde insanlar her durumda hem kendilerine hem de
çevrelerindekilere sıkıntı veren bir ortam oluştururlar. Bunun nedeni ise sahip
oldukları Kuran'dan uzak, çirkin ahlaktır. İslam dininin bir insanda meydana
getirdiği sıcaklıkla, adamlık dininin cahiliye ahlakı arasındaki zıtlık, bu
örnekte olduğu gibi günlük hayatın her alanında kendisini açıkça gösterir.
Adamlık dininin oluşturduğu insaniyetsiz, düşüncesiz, bencilce tavırlardan dolayı
birçok insan rahat yaşayamaz, içi sıkılır, yakın, güvenilir ve çok sevdiği
sıcak bir dost bulamaz. Ancak buna rağmen adamlık dini dünyada milyonlarca
insan tarafından büyük bir kararlılıkla uygulanmaya devam eder. Ve bu şekilde
insanlar kendi kendilerini sıkıntıya sokmuş olurlar. Bu durum Kuran'da
insanlara şöyle açıklanmaktadır:
Şüphesiz Allah, insanlara
hiçbir şeyle zulmetmez. Ancak insanlar, kendi nefislerine zulmediyorlar. (Yunus
Suresi, 44)
9- ADAMLIK
DİNİNDE YAŞLILIK PSİKOLOJİSİ
Adamlık
dininin her yaş kategorisi için belirlediği bir tavır tarzı vardır. Bunun
yazılı bir metni ve açıklaması yoktur. Ancak insanlar, dünyanın neresinde
yaşarlarsa yaşasınlar, bunu bilir ve bütün detaylarıyla uygularlar. Örneğin 50
veya 60'lı yaşlara gelmeye başladıklarında yaşam şekillerinin, konuşmalarının,
kıyafetlerinin, ses tonlarının, üsluplarının adamlık dininin kurallarına uygun
şekilde değişmesi gerektiğine inanırlar.
Bu
değişikliğin ana prensibi dünya nimetlerinden el çekme, şikayet ve karamsarlık
üzerine kuruludur. Bu yaşlara gelen insanlar genellikle hayattan şikayet etmeye
başlarlar. "Nasılsın?" sorusuna bu yaşlarda verilen cevap genellikle
"işte idare ediyoruz, ne olsun bildiğin gibi" veya "ne yapalım,
hastalıklarla uğraşıyoruz" gibi olumsuz cevaplardır. Çünkü hayattan zevk
almaya bir hakları olmadığına ve bu yaştan sonra tüm nimetlerden uzaklaşmaları
gerektiğine dair batıl bir inançları vardır.
Özellikle
kadınlarda menopoz ve erkeklerde andropoz dönemleri, adamlık dinine göre tavrın
tümüyle değişmesi gereken bir dönemdir. Bu döneme girmiş olan birçok insan tüm
güzellikleri terk eder. Bedenlerine bakmayı bırakırlar. Hem görünümlerine önem
vermez hem de temizliklerine dikkat etmezler. Koyu renkler giymeye başlar,
genellikle kahverengi, gri, siyah gibi renkleri tercih ederler. Bu bir nevi
"yaşlılık yası"dır.
Canlı, göz
alıcı renklere örneğin kırmızı, turuncu, sarı, yeşil, pembe gibi renklere gerek
olmadığını düşünürler. Halbuki bu son derece anlamsız bir kuraldır. İnsanlar
Allah'ın yarattığı renkleri her yaşta kullanabilir ve bu nimetten her yaşta
faydalanabilirler. Bu yaşlarda bazı kişilerin tavırları ve üslupları da tümüyle
değişir. Bedenen bir güçsüzlükleri olmadığı halde birçok kişi bu yaşlara
geldiğinde ağır, yavaş hareket eden, cansız bir insan olması gerektiğine
inanır. Bu nedenle tepkileri donuklaşır, aslında çok hızlı konuşabilecekken
özellikle ağır ağır, tane tane konuşmaya başlar. Kısaca süratli bir şekilde
anlatacağı bir konuyu ağır hareketlerle uzun uzun anlatır. Bunu yaşlılığının
bir gereği olarak görür.
Gençken
son derece hayat dolu olan bir insan yaşlılıkla birlikte aniden neşesini,
ümidini, hareketliliğini, canlılığını kendi iradesiyle yok eder. Örneğin güzel
bir manzaranın, güzel bir insanın, güzel bir şarkının veya kendisine gösterilen
güzel bir tavrın sevincini ve heyecanını yaşamaz. Aksine bu tip anlarda
sevinmek yerine hüzünlenir.
Adamlık
dininin getirdiği batıl kurallara göre insanlar bu yaşlardan sonra ölümü
beklemeye başlamalıdır. Bu nedenle 60'lı yaşlara gelmiş olan hemen hemen tüm
insanların hayatını ölümü bekleyerek geçirdiğini görürsünüz. Bu yaştan sonra
artık yapacak bir şey kalmadığı inancı hakim olduğu için üretim tümüyle durur.
Elbette bu yaşlar ölümün insana çok yaklaştığı ve bu gerçeğin unutulmaması
gerektiği bir dönemdir. Ancak adamlık dinini yaşayanlar burada da yanılgıya
kapılarak, ahlaklarını güzelleştirerek, Allah'tan çok korkarak ve O'nu çok
severek ölüme hazırlık yapmazlar. Tam tersine onlarınki büyük bir akılsızlıkla
ahireti de göz ardı ederek, herşeyden kendini çekip "gün öldürmek"
olarak tabir edilen, sadece ölümü bekleyerek geçirilen boş bir yaşamdır.
Gençken
fikir üreten bir insan bu yeteneğini kullanmayı bırakır, son derece zeki ve
becerikli olan bir kişi sırf yaşı ilerlediği için hiçbir şeyden anlamayan, zor
duyan, zor düşünen, hiçbir şeyi beceremeyen bir insan taklidi yapmaya başlar.
Çoğu insan son yirmi senesini pencerenin başında oturup dışarıyı seyrederek
veya bütün gün televizyondaki dizileri izleyerek, dünyaya ait güzelliklerin
tümünden elini çekerek geçirir. Bunun zararlarından biri ise kendisini
düşünmemeye, hareket etmemeye ve yeteneklerini kullanmamaya alıştıran bu
insanların zihinsel faaliyetlerinin giderek yavaşlaması ve erken bunama meydana
gelmesidir. Elbette böyle bir ahlakı ve yaşam tarzını benimseyen bir insanın
ahiretteki kaybı çok daha büyük olacaktır.
Oysa doğru
olan, insanın fiziksel yapısı elverdiği, gerçekten bir rahatsızlığı olmadığı
sürece hem bedenen hem de zihnen çalışması, dünyada ahiret için hayır işlemeye
devam etmesidir. Allah bir ayetinde, "Şu
halde boş kaldığın zaman, durmaksızın (dua ve ibadetle) yorulmaya-devam
et" (İnşirah Suresi, 7) şeklinde emretmektedir. Kuşkusuz
Allah'ın emri her yaştaki insan için geçerlidir.
10-
ADAMLIK DİNİNDE İNSAN AYRIMI
Adamlık
dininin en önemli özelliklerinden biri, insan değerlendirme şeklidir. Bu
şeytani dinde insanlar asıl olarak zengin ve fakir olarak ikiye ayrılırlar. Her
iki gruba farklı bir bakış açısı ve dolayısıyla da farklı bir davranış şekli
hakimdir. Zengin ve fakir insanlara karşı gösterilen tavır farklılığı, tüm
mimiklerine, ses tonuna ve hatta bakış şekline kadar dünyanın hemen hemen her
yerinde aynıdır. Bir Amerikalı da bu batıl dinin gereği olarak söz konusu tavrı
yerine getirir, bir Rus da, bir Fransız da…
Özet
olarak bu tavır farklılığını şu şekilde maddeleyebiliriz:
1-
Kendilerinden daha zengin ve itibarlı kişilere karşı genellikle cahiliye
insanları ince ve yumuşak bir ses tonu kullanır ve mümkün olduğunca
kibarlaşarak konuşurlar. Fakir bir insana karşı ise ses tonu doğallaşır, kişinin
gerçek sesi neyse bu ortaya çıkar. Konuşma sertleşir, kabalaşır, kibarlaşma
ihtiyacı hissedilmez. Anlatılacak olan konu son derece net ve en kısa şekliyle
anlatılır. Bir iş yerinde genel müdüre kullanılan ses tonu ve üslupla iş
yerinin çaycısına kullanılan üslup arasındaki farklılık bu konuya açık bir
örnektir. Genel müdürden menfaat elde etme ihtimali olduğu için çalışanlar ona
değer verdiklerini hissettirmek amacıyla mümkün olduğunca nezaketli, alçak
gönüllü ve saygılı bir ses tonu ve üslup kullanırlar. Ancak çaycıdan bir çıkar
beklentileri yoktur ve bu nedenle konuşurken ona değer vermez bir üslubu tercih
ederler.
2- Zengin
bir kişi geldiğinde hareketler aceleci ve itinalı olur. Herşeyin istediği gibi
olması, her arzusunun yerine getirilmesi, hoşuna gitmeyecek bir durum
oluşmaması için herkes telaşa düşer. Fakir bir insan geldiğinde ise genellikle
kimse onun varlığını umursamaz. Son derece sakin, yavaş ve ilgisiz hareket
edilir. Zengin olan biri içeri girdiğinde ayağa kalkılır, üst baş düzeltilir,
oturuşa çeki düzen verilir. Fakir olan birine karşı ise ayağa kalkılmaz, hatta
ondan yana bakılmaz, oturuşta herhangi bir değişiklik yapılmaz.
3- Zengine
genellikle "siz" diye hitap edilir. Fakir bir kişiyle ise direk
"sen" diye konuşulur. Örneğin bir bakkal alışverişe gelen zengin bir
müşteriyi mutlaka "ne arzu etmiştiniz" gibi saygılı bir cümleyle
karşılar. Ancak eğer içeri giren müşterinin fakir olduğunu anlarsa "Ne
istedin" veya "ne baktın" gibi aşağılayıcı bir ifade kullanır.
4- Zengine
karşı çok titiz bir saygı hakimdir. Zengin kişinin yaşı küçük olsa bile ona bir
büyüğe gösterilen saygı gösterilir. Hatta yaşça küçük olan insanların bile eli
öpülür, kalkılıp yer verilir. Fakire ise yaşça büyük olsa bile çocuk gibi
davranılır. "Ne yapıyorsun bakalım", "Ne istedin, söyle
bakalım" gibi çocuklara kullanılan ifadelerle hitap edilir.
Adamlık
dininin insan ayırımı ve bu bakış açısının insanların tavırlarına ne şekilde
yansıdığı herhangi bir dükkana girildiğinde bile açıkça gözlemlenebilir. Bir
butiğin içine zengin ve tanınan bir müşterinin girdiğini varsayalım. Böyle bir
müşteri kapıdan girer girmez bütün dükkan çalışanlarının dikkati bu kişiye
yönelir. Hemen güler yüzle selamlanır, ne arzu ettiği sorulur. Görmek
istedikleri, bir veya birkaç tezgahtar tarafından hızlı hareketlerle hemen
önüne açılır. O daha birine bakmadan hemen bir diğeri getirilir. Tezgahtarların
yüzünde sürekli bir gülümseme ve nezaket olur. Eğer yanında çocuğu varsa
sürekli çocuğa iltifat edilir. Ne kadar sevimli ve güzel bir çocuk olduğu, ne kadar
zeki olduğu söylenir. Çocuk yaramaz ve küstah olsa bile her tavrı nezaketle
karşılanır. Dükkanda bir şey kırsa hiçbir öneminin olmadığı defalarca dile
getirilir.
Bir de
aynı mağazaya fakir bir müşterinin girdiğini varsayalım. Eğer kıyafetlerinden
ve tavrından maddi gücü olmayan bir insan olduğu anlaşılıyorsa, bu kişinin
mağazaya girmesiyle kimse ilgilenmez. O birinin yanına gidip bir soru
sormadıkça kimse ona yönelmez. Bir şey görmek istediğinde son derece ilgisiz ve
ağır tavırlarla istediği önüne çıkarılır. Tezgahtar genellikle kendiliğinden
fazladan bir şey gösterme girişiminde bulunmaz. Ayrıca müşterinin isteklerini
yerine getirirken yüzünde son derece lakayt ve sıkıntılı bir ifade olur. Bu
kişinin bir an önce mağazadan gitmesini istediği için bir yandan isteklerini
yerine getirirken bir yandan da özellikle dışarıyı seyreder veya dükkandaki
başka bir kişiyle sohbet eder. Müşteriye hiç değer vermediğini, yanındaki
çalışan kişiyle sohbetini hiç bölmeyerek belli eder. Eğer bu kişinin yanında
çocuğu varsa ve yaramazsa, sinirli bir şekilde çocuğuna sahip çıkmasını
tembihler.
Bu örnek
adamlık dininin insanlara bakış açısını ortaya koyması bakımından çok
açıklayıcıdır. Çünkü buradaki mantığı ve davranış şeklini, bir banka
veznedarında, bir garsonda, terzide, bakkalda veya ayakkabıcıda görmek
mümkündür. Dünyanın neresine giderseniz gidin, buna benzer tavırların çoğunun
din ahlakından uzak yaşayan insanlara hakim olduğunu görürsünüz.
Adamlık
dininde bir insana saygı, ilgi ve alaka göstermek için o kişinin belirli bir
maddi güce sahip olması şarttır. Servet miktarı arttıkça adamlık dinine mensup
olan insanların o kişiye karşı duyduğu hayranlık da o derece artar. Örneğin bir
lokantaya gittiğinizde zenginliğiyle tanınan bir müşteriye karşı büyük bir
ikram ve ilgi olduğunu görürsünüz. Hatta eğer ülkenin sayılı zenginlerinden
biriyse büyük bir ihtimalle para alınmaz. Onun bu lokantaya gelmesi şeref
olarak kabul edilir ve hiçbir şekilde ücret ödemesi talep edilmez. Halbuki
fakir bir müşterinin hesabı ödeyecek kadar parası çıkmasa, bu büyük bir olay
olur. Parası çıkışmadığı için azarlanır, aşağılanır ve oradan kovulur. Yani
zengin olandan para talep edilmezken, fakir olanın bu hesabı son kuruşuna kadar
ödemesi istenir.
Bu iki
insan arasındaki tek fark zenginliktir. Bu nedenle burada gösterilen saygı ve
ilgi de aslında zengin olan kişinin kişiliğine ve ahlakına değil, sadece
parasınadır. İşte bu da, adamlık dininin çirkinliklerinden biridir.
İslam
dininde ise insanlar sadece ahlaklarına göre değerlendirilir. Fakir ama güzel
ahlaklı olan bir insan, zengin ama Allah'ın emirlerine karşı gelen bir insandan
kat kat daha üstündür. Bu nedenle İslam dininde insan ayrımı kesinlikle yoktur.
Zenginliğin, itibarın, gücün değil güzel ahlakın geçerli olduğu bir anlayış
vardır. Allah bir ayetinde şöyle buyurur:
Bizim Katımızda sizi (Bize)
yaklaştıracak olan ne mallarınız, ne de evlatlarınızdır; ancak iman edip salih
amellerde bulunanlar başka. İşte onlar; onlar için yaptıklarına karşılık olmak
üzere kat kat mükafat vardır ve onlar yüksek köşklerinde güven içindedirler.
(Sebe Suresi, 37)
11-
ADAMLIK DİNİNDE ARKADAŞ SEÇME KRİTERLERİ
İslam
dininde dost seçerken de tek ölçü o kişinin ahlakıdır. Adamlık dininde ise
arkadaş seçme ölçüsü yine çok farklıdır. Her kültürün kendisine has birtakım kuralları
vardır. Örneğin "entel" çevreden olan bir kişi kendisine arkadaş
seçerken mutlaka kendi kültürüne uygun biri olmasına özen gösterir. Bunun için
de önce dış görünüşüne bakar. Temiz, düzgün, ütülü, klasik giyimli biri yerine
serkeş giyimli, boynuna fular bağlayan, ayağında kalın büyük botlar olan,
temizliğine özen göstermemiş, gümüş takılı, keçi sakallı veya mor ojeli biriyle
arkadaşlık kurmayı tercih eder. Çünkü adamlık dininde genellikle bu görünümün
yansıttığı belirli bir kültür vardır. Dünyayı umursamayan, ahlaki değerlere
önem vermeyen, insanlara değer vermeyen, kimsenin kendisine karışamayacağını ve
kimseye karşı sorumlu olmadığını düşünen batıl bir hayat görüşüdür bu.
Bir de
dostluk ölçüsünü karşısındakinin sadece maddi durumuna bakarak belirleyen
çevreler vardır. Bu adamlık dini çevrelerinde karşıdaki kişinin konuşulacak,
fikri alınacak, arkadaşlık kurulacak bir insan olup olmadığını anlamak için
önce kıyafetlerini fiyatlarına göre teker teker değerlendirmek gerekir.
Ceketinin, ayakkabılarının, çantasının, parfümünün, kol saatinin, gömleğinin
hatta çoraplarının bile markası son derece önemlidir. Kıyafetlerden sonra eğer
görülebilecek bir yerdeyse arabası olup olmadığını öğrenmek, eğer arabası varsa
markasını öğrenebilmek önemli olur. Bunlar ilk adım için gereken koşullardır.
İkinci adımda ise bu kişinin ailesiyle ilgili bilgi edinmek gerekir. Babasının
mesleği, hangi okulda okuduğu, annesinin çevresi, gittiği berber, tatil
yaptıkları ülkeler, yazlık evlerinin nerede olduğu, hangi muhitte oturdukları
vs. gibi özellikler kalıcı bir dostluk kurup kurmamak için karar verme
aşamasında gereken bilgilerdir. Eğer karşıdaki kişi tüm bu özelliklerden geçer
not alırsa o zaman bu kişinin ahlakı, karakteri, inancı veya dünya görüşü her
ne olursa olsun hiç fark etmez, mutlaka arkadaş olunabilecek insan kategorisine
girer.
Tüm bu
vasıflara sahip olan ancak hiçbir konuda kültürü olmayan, son derece
insaniyetsiz, kaba, görgüsüz veya ahlakı son derece itici olan insanlar vardır.
Çevreleriyle alay eder, her konuda önce kendi çıkarlarını korurlar. Gönül
almayı, özür dilemeyi, hata kabul etmeyi bilmezler. Menfaatleriyle çatıştığı
durumlarda kolaylıkla yalan söyler, başkalarının sorunlarıyla ilgilenmezler.
Kimsenin rahatı, mutluluğu veya sağlığı adına herhangi bir zorluk altına
girmez, fedakarlık yapmayı bilmezler. Ancak yine de bu kişilerin çevresinde çok
geniş bir insan kitlesi görürsünüz. Aslında herkesin, ahlakındaki bozuklukları
fark ettiği halde bu insana karşı gösterdiği ilginin tek sebebi, adamlık dinine
hakim olan çarpık ölçülerdir.
Bu nedenle
cahiliye toplumunda genellikle farklı sosyal sınıflardan gelmiş, maddi
durumları biribirine benzemeyen insanlardan oluşan bir arkadaş grubu görmeniz
mümkün olmaz. Zenginler mutlaka zenginlerle, orta halliler orta halli insanlarla,
kültürlüler kültürlülerle, fakir olanlar ise kendilerine benzer insanlarla
dostluk kurarlar.
Kuran
ahlakına göre dostluk ve arkadaşlığın tek ölçüsü vardır kişinin samimiyeti,
güzel ahlakı, Allah sevgisi ve korkusu. Müminler arasında kimin mal varlığının
ne kadar olduğunun, kimin hangi okuldan mezun olduğunun, kimin hangi meslekte
olduğunun, kimin hangi semtte oturduğunun hiçbir anlamı ve önemi yoktur. Çünkü
müminlerin dostluğu, bu dünyevi değerlerin hiçbir öneminin olmadığı, asıl yurt
olan ahirete göre ayarlıdır. Bir müminin diğer mümine olan sevgisinin ve
şefkatinin asıl kaynağı ise, Allah'ın o mümindeki tecellisi, coşkulu bir Allah
sevgisi ve içli bir Allah korkusudur.
12-
FIRSATÇILIK VE ÇIKARCILIK
Kuran'ı
yol gösterici olarak kabul eden bir insanın en belirgin özelliklerinden biri,
son derece fedakar oluşudur. Çünkü böyle bir kişi tüm mülkün Allah'a ait
olduğunu ve O'nun rızasını aramak için kendisine emanet olarak verildiğini,
dolayısıyla Rabbimiz'in gösterdiği şekilde hayır yolunda harcaması (infak
etmesi) gerektiğini bilir. Bu harcama, yani infak, İslam'ın en temel
ibadetlerinden biridir.
Müminlerin,
sahip oldukları malları ellerinden geldiği ölçüde infak etmeleri, yani Allah'ın
Kuran'da saydığı kimselere "... fakirler,
düşkünler, zekat işinde görevli olanlar, kalpleri ısındırılacaklar, köleler,
borçlular, Allah yolunda olanlar ve yolda kalmışlara" (Tevbe
Suresi, 60) vermeleri gerekir. Allah'ın rızası için yapılacak olan bu ibadet,
müminler için büyük zevk, neşe ve huzur kaynağıdır. Kuran'da farklı ayetlerde
bu ibadetin önemi vurgulanır.
Bakara
Suresi'nin 177. ayetinde asıl iyiliğin "mala
olan sevgisine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa,
isteyip-dilenene ve kölelere (özgürlükleri için) verenlerin tavrı" olduğu;
İnsan Suresi'nin 8. ayetinde müminlerin "ona
duydukları sevgiye rağmen yemeği, yoksula, yetime ve esire yedirdikleri"
bildirilir. "Sevdiğiniz şeylerden
infak edinceye kadar asla iyiliğe eremezsiniz. Her ne infak ederseniz, şüphesiz
Allah onu bilir" (Al-i İmran Suresi, 92) ayeti de, konunun önemini
açıklamaktadır.
Müminlerin
oluşturduğu bir toplumun da kuşkusuz en önemli özelliklerinden biri, Allah'ın
rızasını kazanmanın önemli yollarından olan infak ve fedakarlığın
uygulanmasıdır. Toplumun üyeleri, kendi şahsi menfaatlerini değil, mümin
toplumunun genel menfaatlerini düşünür ve ona göre davranırlar. Kendi
menfaatleri ile bir diğer müminin menfaati çatıştığında ise, Allah'ın rızasını
kazanmak için, karşı tarafın menfaatine uygun davranırlar. Kuran'da, Medine'ye
hicret eden müminler ile Medineli müminler arasında yaşanan üstün ahlak
örnekleri şöyle tarif edilir:
Kendilerinden önce o yurdu
(Medine'yi) hazırlayıp imanı (gönüllerine) yerleştirenler ise, hicret edenleri
severler ve onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir ihtiyaç (arzusu)
duymazlar. Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz
nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin "cimri ve bencil
tutkularından" korunmuşsa, işte onlar, felah (kurtuluş) bulanlardır. (Haşr
Suresi, 9)
Buna
karşılık, adamlık dini tamamen şahsi menfaatlere dayalı bir toplum modeli
kurar. Adamlık dininde yetişen bir insan, çocukluğundan itibaren çıkarcı ve
bencil bir karaktere sahip olması yönünde teşvik edilir. Ailesinden,
arkadaşlarından, toplumun genelinden gördüğü örnek insan modeli çıkarcı,
fırsatçı, her ortamda kendi şahsi menfaatlerini gözetip koruyan insan
modelidir. Bu telkinle zaman içinde "gemisini kurtaran kaptan" olmayı
öğrenir.
Uyanıklık
ve fırsatçılık, "adam" olması gereken bir kişide aranılan özelliklerdendir.
Her ortam ve işte kendi çıkarına maksimum fayda sağlayabilmek, uyanıklık
göstergesidir. Buna göre insan, içinde bulunduğu her ortamda kendi şahsi
menfaatlerini düşünmeli, "en çok fayda" prensibi ile hareket
etmelidir. Bireyler arasındaki ilişkiyi de yine en çok fayda prensibi
şekillendirir. İş yerinde patron çalışanlardan, çalışanlar patronlarından elden
geldiğince yararlanmaya çalışırlar. Alış verişte müşteri satıcıdan, satıcı
müşteriden, arkadaşlar birbirlerinden en çok oranda faydalanmaya çalışırlar.
Adamlık
dininin yaşandığı toplumlarda sömürme olağan karşılanır ve toplumun genel
ahlakı haline gelmiştir. Herkes kendi olanakları dahilinde kendinden bir kademe
altta olanı sonuna kadar sömürebilme çabası içindedir. Toplumda bu tür
fırsatları kaçırmak ise akılsızlık, avami deyimle "enayilik" olarak
değerlendirilir. "Dünyaya bir kere gelinir" felsefesine dayalı bu
zihniyet kişilerde Allah korkusunun bulunmamasından kaynaklanır. Bu çıkar
yarışı, insana basit bir karakter kazandırır.
Tüm
bunların yanında, adamlık dinine mensup bazı insanların da kimi zaman
fedakarlık gösterdiklerine, fakirlere, ihtiyaç içinde olan kişiler yardım
ettiklerine rastlamak mümkündür. Ancak burada önemli bir nokta vardır: Adamlık
dininin söz konusu sözde "fedakar" mensupları, yaptıkları harcamayı
müminlerinki gibi Allah rızası için ve içlerinden gelerek değil, insanlara
gösteriş olsun diye yapmaktadırlar. Bir ayette, bu kişilerin durumu şöyle
bildirilir:
Ey iman edenler, Allah'a ve
ahiret gününe inanmayıp, insanlara karşı gösteriş olsun diye malını infak eden
gibi minnet ve eziyet ederek sadakalarınızı geçersiz kılmayın. Böylesinin
durumu, üzerinde toprak bulunan bir kayanın durumuna benzer; üzerine sağanak
bir yağmur düştü mü, onu çırılçıplak bırakıverir. Onlar kazandıklarından hiçbir
şeye güç yetiremezler. Allah, kafirler topluluğuna hidayet vermez. (Bakara
Suresi, 264)
Bu tür
kimseleri, fakirlere ya da kimsesiz çocuklara yardım için oluşturulmuş
kuruluşlara büyük miktarlarda bağış yaparken görebilirsiniz. Ama yaptıkları bu
bağışlar mutlaka medyada yer alır, yüz binlerce kişi bu insanların
"hayırseverliğine" şahit olur. Amaçları da zaten budur. Bu kişiler
gerçekte son derece cimridirler ve diğer insanlara en ufak bir yardımda bile
bulunmazlar. Yaptıkları gösterişli bağışlarla ise gerçekte bir ticaret yapmış
olurlar. Verdikleri paraya karşılık toplumda iyi bir imaj satın almaktadırlar.
Bu, hem kibirlerini okşar hem de daha karlı yatırımlar yapmaları için bir tür
sermaye olur. Kuran'da, söz konusu kişilerin gerçekte cimri oldukları ve
yaptıkları infakın da gösterişe yönelik olduğu şöyle haber verilir:
Onlar, cimrilikte bulunurlar,
insanlara da cimriliği emreder (önerir)ler. Allah'ın fazlından kendilerine
verdiğini gizli tutarlar. Biz o kafirlere aşağılatıcı bir azap hazırlamışızdır.
Ve onlar, mallarını insanlara gösteriş olsun diye infak ederler, Allah'a ve
ahiret gününe de inanmazlar. Şeytan, kime arkadaş olursa, artık ne kötü bir
arkadaştır o. Allah'a ve ahiret gününe inanarak Allah'ın kendilerine verdiği
rızıktan infak etselerdi, aleyhlerine mi olurdu? Allah, onları iyi bilendir.
(Nisa Suresi, 37-39)
Cimriliğin
inkarcıların vasfı olduğu bir ayette şöyle belirtilir:
Şimdi, o yüz çevireni gördün
mü? Azıcık verdi ve gerisini kaya gibi sımsıkı elinde tuttu. (Necm Suresi,
33-34)
Kalem Suresi'nde
adamlık dinindeki söz konusu cimri karaktere sahip olan bahçe sahiplerinden söz
edilir. Ayetler şöyledir:
Gerçek şu ki, Biz o bahçe
sahiplerine bela verdiğimiz gibi, bunlara da bela verdik. Hani onlar, sabah
vakti (erkenden ve kimseye haber vermeden) onu (bahçeyi) mutlaka
devşireceklerine dair and içmişlerdi. (Bu konuda) hiçbir istisna yapmıyorlardı.
(Kalem Suresi, 17-18)
Nihayet sabah vakti
birbirlerine seslendiler: "Eğer ürününüzü devşirecekseniz erkence
kalkıp-çıkın." Derken, aralarında fısıldaşarak çıkıp-gittiler: "Bugün
sakın oraya hiçbir yoksul girip de karşınıza çıkmasın" (Kalem Suresi,
21-24)
Ayetlerde
tarif edilen bahçe sahipleri, fakirlerle karşılaşmadan işlerine gitmeye
çalışmaktadırlar. Çünkü fakirlere yardım etmek istememektedirler, ancak bir
fakirle karşılaşmaları durumunda, ona para vermek zorunda kalacaklardır. Onları
böyle davranmaya zorlayan şey, insanların kendileri hakkında olumsuz
düşünecekleri yönündeki endişeleridir. Kısacası, son derece samimiyetsiz,
riyakar ve basit bir karaktere sahiptirler. Bu, adamlık dininin klasik
karakterlerinden biridir.
Müminin
şahsiyeti ve asaleti ise yalnızca Allah'ın rızasını aramasından ve dünyada bir
iyilik ve hayır yarışı içinde olmasından kaynaklanır. Allah'ı memnun etmek için
insanların mal ve mülk edinme yolunda gösterdikleri uyanıklıklar değil,
yaptıkları işlerde O'nun rızasını ne kadar gözettikleri önemlidir. Allah
Katında makbul olan uyanıklık ise İslam'ın, müminlerin menfaatlerini sürekli
gözetme, müminlerin refah ve ferahını artırma, Allah'ın rızasının her zaman en
çoğunu aramakta taviz vermeme, nefsinin, heva ve hevesinin kötü arzularına
kapılmama, şeytanın ve nefsinin hile ve vesveselerine aldanmama, imanını ve
aklını gitgide daha fazla arttırma, ahlakını daha fazla güzelleştirme yolunda
gösterilen bir dikkat ve şuur açıklığıdır. Bu şekilde, Allah'ın rızasının en
çoğunu arayan müminlerin de asil ve şahsiyetli karakterleri görünümlerine de
yansır. Kuran'da bu durum şöyle tarif edilmektedir:
Muhammed Allah'ın elçisidir.
Ve onunla birlikte olanlar da kafirlere karşı zorlu, kendi aralarında ise
merhametlidirler. Onları, rüku edenler, secde edenler olarak görürsün; onlar,
Allah'tan bir fazl (lütuf ve ihsan) ve hoşnutluk arayıp-isterler. Belirtileri,
secde izinden yüzlerindedir. İşte onların Tevrat'taki vasıfları budur:
İncil'deki vasıfları
ise: Sanki bir ekin; filizini çıkarmış, derken onu kuvvetlendirmiş, derken
kalınlaşmış, sonra sapları üzerinde doğrulup-boy atmış (ki bu,) ekicilerin
hoşuna gider. (Bu örnek) Onunla kafirleri öfkelendirmek içindir. Allah,
içlerinden iman edip salih amellerde bulunanlara bir mağfiret ve büyük bir ecir
va'detmiştir. (Fetih Suresi, 29)
Adam
Bağlama Psikolojisi
Adamlık
dininde ayakta kalabilmek, hayatını sürdürebilmek için dışarı karşı kendini
olduğundan daha farklı göstermek, ne kadar önemli ve gerekliyse, karşı tarafı
kendi istediği şekle sokmak, onu kontrolü ve hakimiyeti altına almak, kendi
istediği doğrultuda yönlendirmek de aynı derecede önemlidir. Buna kısaca
"adam bağlamak" adı verilir. Adam bağlamanın kendine göre teknik ve
taktikleri vardır ve adamlık dininde öne geçmenin yollarından biri de adam
bağlama sanatındaki ustalıktan geçer. Adam bağlama, adamlık dininde o derece
önemli bir konudur ki, özel olarak sırf bu konuda akıl veren pek çok kitap
yazılmıştır.
Elbette
adam bağlanırken kullanılan en büyük araç yine karşıdakinin adamlık dini
özelliklerinden kaynaklanan zaaflarıdır. Kişinin adamlık dini ruhuna sahip
olduğu ölçüde onun zaafları, dolayısıyla bağlanabilme kapasitesi artar.
Adamlık
dini insanının kibir ve enaniyeti, gösteriş ve hava atma merakı, övülme, takdir
edilme tutkusu, duygusallığı, kendini olduğundan farklı gösterebilme,
yaranabilme çabası türünden zaafları, onun ustaca tekniklerle istenilen yönde
kullanılabilmesini kolaylaştırır.
"Bağlanacak"
adamın kişi için çıkar sağlayabilecek herhangi bir imkana sahip olması onu
bağlamak için yeterli sebeptir. Bu, devlet dairesindeki bir memurdan evlenmek
için "göze kestirilmiş" bir koca adayına kadar her çeşit insan
olabilir. Her türlü sosyal alanda -iş, okul, ticaret, siyaset, sosyal yaşam,
evlilik...- bağlandığı takdirde işini görmesine, çıkar elde etmesine, sosyal
veya ekonomik konumunu güçlendirip geliştirmesine yardımcı olabilecek insanlar
mevcuttur. Yeter ki kişiye, konuma ve şartlara göre gereken doğru bağlama
yapılsın!
Bağlamanın
dereceleri, bağlayanın ustalığı, tecrübesi, kabiliyeti, çabası ve
kararlılığıyla doğru orantılıdır. Aynı şekilde bağlanacak adamın zekası,
uyanıklığı, kompleksleri, beklentileri ve zaafları da onun bağlanabilmesini ve
bağlanma derecesini etkileyen unsurlardır.
13-
YANCILIK
Adamlık
dininin ortaya çıkardığı çirkin insan karakterlerinden biri de yancı
karakteridir. Yancıların en belirgin özelliği, aslında zengin olmadıkları halde
zengin gibi yaşamaları, satın alacak güçleri olmadığı halde pahalı kıyafetler
giymeleri, iyi evlerde oturmaları, aileleri ekonomik olarak zor durumda olduğu
halde kendilerinin zengin bir çevrede yaşamalarıdır. Yancılar bu olanaklara,
kendilerine hedef
seçtikleri bir insanın "sırtından geçinerek" sahip olurlar.
Kendilerine dost edindikleri bu insanın parasından, çevresinden,
olanaklarından, evinden, arabasından ve sahip olduğu her türlü imkandan
faydalanarak hayatlarını sürdürürler. Bunun karşılığında ise yancılığını
yaptıkları insanın her türlü ayak işini yapma, onu övme, nefsini tatmin etme,
kendisine olan güvenini sağlama gibi görevleri vardır.
Eğer
çevrenize dikkatlice bakarsanız toplum içinde hemen her zengin veya ünlü
kişinin yanında bir tane yancıya rastlamanız mümkündür. Aslında her ikisi de aynı
tarz giyinmelerine, aynı üslupla konuşmalarına rağmen hangisinin yancı,
hangisinin yancılık yapılan kişi olduğunu hemen ayırt edebilirsiniz. Çünkü
yancılar genellikle aşağılanan, azarlanan, hizmet eden, karşı tarafı sürekli
öven, konuşmalarını tasdikleyen, istekleri yerine getiren, ilgilenen, üstüne
düşen kişidir. Diğeri ise övülen, istekleri yerine getirilen, sözleri tasdik
edilen ve aşağılayan taraftır.
Yancının
en büyük görevi yanındakini eğlendirmek, neşelendirmek, kendine olan güvenini
ayakta tutmaktır. Kendisini çirkin hissettiği zamanlarda onu güzel olduğuna
inandırmak, morali bozuk olduğunda dengesini sağlamak, espri yaptığında gülmek,
dertlerini dinlemek, ona çözümler üretmek veya kimsenin saygı duymadığı bu
insana saygı göstererek onu tatmin etmektir.
Bu nedenle
bu iki kişi günün her saatini beraber geçirirler. Her yere beraber gider, alış
verişe beraber çıkar, berbere, eğlence yerlerine birlikte gider, evde beraber
oturur hatta geceleri beraber kalırlar. Yancılar alış verişte genellikle yancısı
oldukları kişinin kıyafetleri denemesini bekler, giyinmesine yardımcı olur,
çantasını tutar, cep telefonundan arayanları onun adına cevaplandırır,
notlarını iletir, kıyafetlerin hangisinin yakıştığını söyler ve isteklerinin
tümünü yerine getirirler. Kıyafetleri deneyen kişi de kendisine birçok şey
aldıktan sonra yancısına da birkaç parça kıyafet alarak ona yaptığı hizmetlerin
karşılığını verir. Genelde yemeğe, berbere veya bir eğlence merkezine
gidildiğinde zengin olan taraf mutlaka yancısının parasını da öder.
Yancıların
başka bir belirgin özelliği kendi evlerinde değil, genellikle yancılığını
yaptıkları kişilerin evinde kalmalarıdır. Bu evin imkanlarından istifade eder,
arkadaşının gardırobundaki kıyafetleri kullanır, yemeklerini bu evde yer, bu
evin hizmetkarlarını kendisine hizmet ettirir. Ancak bunları yapabilmek için
arkadaşının anne babasına sürekli iltifat eder, gönüllerini alır, çok cana
yakın davranır. Gerçekten de anne ve baba çocuklarının hatırı ve yalnız
kalmaması için bu kişiyi evden biri gibi görmeye başlar ve bu durumu kabullenerek ona
bakmaya başlarlar. Bundan da rahatsızlık duymazlar, çünkü yancının en yetenekli
olduğu konulardan biri insanları "bağlama" özelliğidir. Yancı,
çıkarları için her tarza bürünebilen bir kişidir. Halk arasındaki deyimle
"herkesin nabzına göre şerbet vermeyi" ve sahtekarlığı iyi bilir. Kim
nasıl bir üsluptan hoşlanıyorsa hemen o üslubu kullanır. Kendisine ait bir
şahsiyeti yoktur. Bu çirkin ahlakı taşıyan kişiler genellikle haysiyetsiz ve
onursuz oldukları için menfaatlerinin yönüne göre hemen şahsiyet
değiştirebilirler.
14-
ADAMLIK DİNİNDE KAVGACI TAVIRLAR
"Adam
olmanın" gereklerinden biri de kavgacı bir karaktere sahip olmaktır. Çünkü
kavgada yenen taraf olmak adamlık dininde çok önemli bir itibar meselesi olarak
kabul edilir. Adamlık dinine göre galip taraf olmak aklın, gücün veya
karakterin üstünlüğüne alamettir. Yenilen taraf olmak ise zayıflık alametidir.
Bu nedenle insanlar herhangi fiziksel bir kavga ya da tartışma ortamında haksız
da olsalar mutlaka üstün gelmek için ellerinden geleni yaparlar. Kavganın bir
diğer önemi ise şahsiyet belirtisi olarak kabul edilmesidir. Bir insan eğer
hoşuna gitmeyen bir durumda karşısındakine tavır alabiliyorsa adamlık dinine
göre bu, onun güçlü bir karaktere sahip olduğunu gösterir. Dolayısıyla dini
yaşamayan insanlar arasında sık sık kavga sahnelerine rastlamak mümkündür.
İnsanların
kavgaya en açık olduğu yerlerden biri trafiktir. Dolayısıyla adamlık dininin
binlerce detayını görebildiğimiz yerlerden biri de trafiktir. Yolda sadece
10-15 dakikalık bir süre için araba kullansanız bile yüzlerce adamlık dini
tavrına rastlayabilirsiniz.
Örneğin
trafikte insanlar genellikle çevrelerini aşağılar ve insanlara değer
vermediklerini göstermek için ellerinden geleni yaparlar. Birbirlerine yol
vermezler. Hatta eğer arkalarında korna çalan ya da selektör yakan olursa bunu
onur meselesi yapar ve altta kalmamak için aceleleri olsa bile özellikle ağır
hareket ederler. Çevrelerindeki her araba kullananı eleştirir, sık sık
çevrelerine elleriyle işaretler yaparak arabanın içinde bağırırlar. Bir
taksiye, dolmuşa veya herhangi birinin arabasına bindiğinizde sıklıkla "ne
yapıyorsun kardeşim kör müsün, önüne bak önüne, buradan geçeceksin de boyun mu
uzayacak, ne demeye korna çalıyorsun sağır mıyız, kim verdi sana bu ehliyeti,
bizim de acelemiz var sadece sen misin acelesi olan "gibi sözler işitir ve
bu sözlere uygun yüz mimikleri görürsünüz.
Trafikte
en büyük kavgalar ve dolayısıyla en şiddetli adamlık dini tepkileri de kaza
esnalarında görülür. Bir dönemeçte birbirine çarpan iki araba olduğunda
genellikle her iki şoförün de suçu birbirine attığını görürsünüz. Trafik polisi
olaya müdahale etmediği sürece suçlu olan taraf büyük bir ihtimalle kendi
suçunu kabul etmez. Genellikle bu tip kazalarda her iki taraf da öfke
gösterilerine başlar. Yüksek sesle bağırarak karşı tarafı sindirmeye çalışır
eğer bunda başarılı olamazsa öfkeden deliye dönmüş tavırlar sergilemeye başlar.
Bunun karşı tarafa korku vereceğini ve haksızlığını kabul edeceğini düşünür. Eğer
bu da yeterli olmazsa galibiyetini ispat edebilmek için kaba kuvvete başvurur
ve bu şekilde kendince itibarını kurtarmak ister.
Genellikle
bu tip durumlarda insanların gerçekten kendilerine engel olamadıkları için
kavga ettikleri düşünülür. Halbuki bu tip tavırların tümü adamlık dininin
gereği olarak ve en ince detayına kadar planlanarak yapılır. Kaza yapan
kişilerin, arabalarından inerlerken kullanacakları ses tonundan mimiklerine ve
hatta söyleyecekleri sözlere kadar herşey ezberlerindedir. Kaza olur olmaz
otomatik olarak, ezberledikleri bu kuralları uygulamaya başlarlar. Böylece
dünyanın her yerinde ortak olan bu mimik ve tavırları adamlık dininin bir
gereği olarak yerine getirmiş olurlar.
15-
DELİKANLI RUHU
Adamlık
dininin erkekleri arasında yaygın olan ortak bir kişilik yapısı vardır:
"Delikanlılık".
Erkeklerde
ergenlik çağıyla başlayan ve genellikle orta yaş sınırlarına kadar devam eden
delikanlılık ruhu kişinin tavır ve davranışlarını büyük ölçüde etkiler. Temel
vasfını "delikanlılık" olarak tanımlayan bu kitlenin ortak tavır ve
davranış biçimleri vardır.
Kendine
göre çeşitli prensipleri olan bu kişilik yapısının ileri safhalarında olayın
bir felsefe ve ahlak sistemi haline geldiği görülür. Kendine göre doğruları
yanlışları ve erdemleri olan bir delikanlı karakteri vardır. Bu sisteme göre
arkadaşının, komşunun, mahallenin kızlarına bakmak büyük ahlaksızlıktır. Fakat
tanımadığı birine yapıldığında bu hareket çapkınlık, delikanlılıktır.
Yakınlarının, mahallenin kadınlarına ve kızlarına karşı da göstermelik bir
koruma ve kollama mantığı vardır. Lafa gelince, doğruluk, dürüstlük ya da kendi
tanımlarıyla "harbilik" delikanlılığın değişmez düsturudur, ama
yolunu bulur, kalıbına uydurulursa her türlü sahtekarlığı yapmak uyanıklık
olarak takdir görür.
Genelde
kendini kanıtlama üzerine kurulu bu çirkin kültürde gergin, asabi ve saldırgan
bir ruh hakimdir. Bunalımlı ve psikopat takılmak, ani çıkışlar, dengesiz
hareketler yapmak, her an kavga ya da gerilim çıkarmaya hazır olmak ne kadar
delikanlı olunduğunun bir göstergesidir. Dışarıya karşı daha caydırıcı bir
görünüm verebilmek, çekinilen birisi olabilmek için kendine aşırı dengesiz bir
görünüm vermek de sık başvurulan bir yöntemdir.
Sohbetleri
genellikle maç, kavga ya da cinsellik üzerine yoğunlaşır. Kulaktan dolma
bilgilerden, gazete haberlerinden edinilen kırık dökük malzemeyle, siyasi,
ekonomik ya da sosyal konularda konuşmak, kendi deyimleriyle "geyik
muhabbeti" yapmak makbuldür.
Kimseyi
takmama, kafasına göre takılma, asilik gibi ferdi özellikler taşıyan
"delikanlı" sosyal ve ideolojik dürtülerini ise
"taraftarlık" zihniyetiyle tamamlar. Fanatik bir taraftar psikolojisi
vardır. Taraftarlık, futbol takımı, arkadaş grubu, aynı mahallenin, aynı
caddenin çocuğu olma, aynı işi yapma gibi çeşitli yapıların herhangi birinde ya
da hepsinde kendini gösterir. Taraftarlar arasında birbirini koruma ve kollama
da delikanlılık ahlakının bir parçasıdır.
Yaş
ilerledikçe, kişinin sosyal, ekonomik ve kültürel düzeyinde ulaştığı aşama ile
orantılı olarak delikanlı karakterinden bir uzaklaşma ve yeni şartların
gerektirdiği farklı adamlık dini kişiliklerine doğru bir kayma görülür. Örneğin
sosyal seviye olarak fazla ilerleme kaydedememiş, alt kültür düzeyine mensup
kişilerde, bilgisizliğin verdiği kompleks ve kimliksizliğin bir sonucu olarak
delikanlı karakterini tam bir kimlik olarak benimseme hali oluşur. İşiyle,
mesleğiyle, zenginliğiyle, kültürü ve zekasıyla toplum içinde
sivrilemeyeceğini, ön plana çıkamayacağını, hava atamayacağını anlayan kişiler
de çoğunlukla delikanlılığa dört elle sarılma ihtiyacı hisseder. Hayatının
sonuna kadar da bu ruhu taşır. İçinde yaşadığı toplumun büyük kesimi de bu
durumda olduğu için delikanlı karakteri çoğunluğun ortak ve geçerli karakter
yapısını oluşturur, yadırganmaz, aksine kabul ve destek görür.
Ancak şunu
da belirtmek gerekir ki, delikanlı karakterinin özelliği olarak gösterilen
cesaret, korumacılık, dürüstlük elbette güzel özelliklerdir. Ama burada
üzerinde durulan delikanlı karakterinde tüm bu güzel özelliklerin özünün değil
göstermelik bir kaç örneğin yaşanması ve bunların güzel ahlak özelliği olarak
sahiplenip, Allah rızası için yaşanılmamasıdır.
16- YANLIŞ
SAYGI ANLAYIŞI
Adamlık
dininin sahip olduğu yanlış saygı anlayışına geçmeden önce, Kuran'da bildirilen
saygı anlayışına bakmak gerekir. Kuran'da bildirildiğine gibi, bir mümin,
öncelikle Allah'a karşı büyük bir saygı içindedir.
Al-i İmran
Suresi'nin, 199. ayetinde, "... Allah'a
derin saygı gösterenler olarak inananlar"dan söz
edilir. Enbiya Suresi'nin, 90. ayetinde ise Peygamberlerden söz edilirken, "...
gerçekten onlar hayırlarda yarışırlardı, umarak ve korkarak Bize dua ederlerdi.
Bize derin saygı gösterirlerdi" denir. Müminun Suresi'nde de yine müminler için "Rablerine
olan haşyetlerinden dolayı saygıyla korkanlar" (Müminun Suresi, 57) ifadesi kullanılır. Saygı, başka
ayetlerde de Allah'a duyulan içli korkunun (haşyet) bir parçası olarak
kullanılmaktadır.
Dolayısıyla
müminin sahip olduğu saygı hissinin kaynağı, Allah'a duyduğu saygıdır. Diğer
insanlara göstereceği saygı da, bu asıl saygının bir yansımasıdır. Mümin,
Allah'a saygı duyduğu için, O'na itaat eden, O'nun rızasını kazanmaya çalışan
diğer insanlara, yani tüm müminlere de saygı duyar. Saygıya layık olmayanlara,
yani Allah'a isyan eden, O'nun rızasına aykırı hareket eden, Allah'ı tanımayan
inkarcılara ise kalben saygı duymaz. Bu insanlara da nezaketle ve güzel sözle
davranır, ancak içten bir saygı duyması mümkün olmaz.
Ancak
elbette, adamlık dinindeki saygı anlayışı Kuran'da tarif edilen bu gerçek saygı
kavramından tamamen uzaktır. Müminlerdeki saygı, daha önce de belirttiğimiz
gibi, temeli Allah'a olan saygıdan kaynaklanan içten ve samimi bir duygudur.
Adamlık dininde ise, yüzeysel, belli kalıplara oturtulmuş, tamamen şekilci ve
karşılıklı çıkar ilişkilerine dayanan riyakar davranış biçimleri olarak
kendisini gösterir.
Adamlık
dinine göre "saygı" göstermek, yerine göre nazik davranmak ve çeşitli
ortamlara göre kurallaştırılmış söz ve hareket kalıplarını suni bir tarzda
uygulamaktır. Saygı, kişinin toplumda bir yer edinmesine yardımcı olan,
ortamına ve kişisine göre şekli, süresi değişen ve katlanılması gerektiğine
inanılan bir tavır farklılığı olarak kabul edilir.
Adamlık
dininin yaşam felsefesi ikiyüzlülüğe ve sahtekarlığa dayalı olduğu için, saygı
da zorla ve istenmeden gösterilir. Kişi, saygı göstermek zorunda olduğu anlara
tahammül eder. Saygı, karakterin bir parçası değildir. Bu yüzden adamlık
dininde kişinin en rahat ettiği ortamlar hiç kimseye saygı göstermek zorunda
olmadığı ve gerçek karakterini rahatlıkla gösterebildiği ortamlardır. Bu tür
ortamlarda kişinin üslubunun bozukluğu, ahlak anlayışının çarpıklığı, kişiler
hakkındaki gerçek düşünceleri ve gerçek tavrı ortaya çıkar.
Saygı
anlayışı mekanlara ve ortama göre değişim gösterdiği gibi yaşa göre de değişir.
Adamlık dininde kişinin kendine güvendiğini, hiç kimseyi önemsemediğini,
dolayısıyla kimseye karşı bir korkusu olmadığını yani şahsiyetinin tam gelişmiş
olduğunu ispat etmesi, "rahatlık" adı altında son derece basit ve
saygısız davranmasıyla olur. "Rahat" olarak algılanan ortamların
kendine has davranış ve konuşma tarzları vardır. Hiç tanımadığı birinin evinde
buzdolabını açma, arkadaşına gittiğinde odasını karıştırma, dolabını açıp
kıyafetlerini giyme, ayaklarını mümkün olduğunca yükseğe uzatarak, yatar vaziyette
oturma, samimiyet adı altında sürekli densizlik yapma, yakın mesafeden
bağırarak yüksek sesle konuşma, küfürlü konuşma, bütün esprilerine cinselliği
katma bu çirkin özelliklerin en belirginleridir.
Buraya
kadar görüldüğü gibi, adamlık dini, Kuran vesilesiyle insana verilen ahlaki
prensiplerin hemen hepsine ters bir ahlak modeli içermektedir. Bu, kuşkusuz
Allah'a hesap verileceğinin unutulduğu ve insanların büyük bir gaflet içinde
dünya hayatının geçici süsüne kapıldığı bir toplumda ortaya çıkar. Bu toplum,
Kuran'daki deyimle bir "cahiliye" toplumudur, tamamen cahildirler,
çünkü bu topluluk Allah'ın varlığından ve ahiretten habersiz gibi yaşamaktadır.
Bu
toplumun insanları için dünya hayatı tek kıstastır. Oysa dünya hayatı insana
aldanıştan başka bir şey vermez:
Bilin ki, dünya hayatı ancak
bir oyun, "(eğlence türünden) tutkulu bir oyalama", bir süs, kendi
aranızda bir övünme (süresi ve konusu), mal ve çocuklarda bir
"çoğalma-tutkusu"dur. Bir yağmur örneği gibi; onun bitirdiği ekin
ekicilerin (veya kafirlerin) hoşuna gitmiştir, sonra kuruyuverir, bir de
bakarsın ki sapsarı kesilmiş, sonra o, bir çer-çöp oluvermiştir. Ahirette ise
şiddetli bir azap; Allah'tan bir mağfiret ve bir hoşnutluk (rıza) vardır. Dünya
hayatı, aldanış olan bir metadan başka bir şey değildir. (Hadid Suresi, 20)
Allah'ı
unutmuş olan toplum, kısa sürede dünya hayatını tek kıstas alan cahiliye
kültürünü üretir. Bu kültürün içinde, atalardan miras kalan batıl inançlar,
çıkar ilişkilerine dayalı sayısız kural yer almaktadır. Adamlık dini, söz
konusu cahiliye kültürünün adıdır.
Bu toplum
içinde doğan insan ise, söz konusu kültürü uzun bir eğitim süreci içinde
benimseyecektir. Bilinç kazanmaya başladığı andan itibaren, önce ailesi, sonra
da yakın çevresi tarafından adamlık dininin kültürü ile yoğrulur. Gittikçe
kendi şahsi menfaatleri için diğer insanları kullanmayı, "gemisini
kurtaran kaptan" olmayı, mal, makam ve mevki hırsını öğrenir. Cahiliye
toplumu insanları, ona "adam" olmak için neler yapması gerektiğini
birer birer aşılar.
Adamlık Dininde
"Liseli" Psikolojisi
Adamlık dini insanın yalnızca
gündelik davranışlarını değil, tüm hayatını ve bakış açısını da belirler:
Kimler arkadaş olarak seçilir, insan ayırımı nasıl yapılır, insanın doğruları
ve yanlışları neler olmalıdır gibi... Lise dönemi, insan yaşamında, adamlık
dininin temellerinin atıldığı en kritik dönemlerden birisidir. Genç kitlelerde,
adamlık dininin ön gördüğü kavramlar, psikolojiler, davranış biçimleri,
tepkiler ve ahlak anlayışı bu dönemde şekillenir.
Adamlık
dininin en belirgin özelliklerinden biri olan makam ve mevki hırsı -ki Kuran'da
dünya hayatı için "kendi aranızda
bir övünmedir..." (Hadid Suresi, 20) diye bildirilmiştir- ilk olarak lise
döneminde güçlü bir biçimde ortaya çıkar. Bu dönemde öğrenciler arasında bir
rekabet ortamı oluşur. Derste ve not almada rekabeti öğrenen kişi bunu ileriki
hayatında karşısına çıkacak konularda da uygulamaya başlayacaktır. Rakip olunan
konularda birbirini ezmek son derece normal karşılanır, ancak aynı kişilerle
ortak menfaatler söz konusu olduğunda birbirini kollamak da aynı şekilde
doğaldır. Örneğin okul dışındaki ortama karşı ortak bir birlik ruhu oluşur,
fakat sınıflar arasında veya sınıftaki gruplar arasında amansız bir rekabet
yaşanır.
Adamlık
dininin, insanları menfaatlere göre sınıflandırma alışkanlığı da lise döneminde
belirir. Liselerde en çok göze çarpan manzara, ortak menfaat gruplarıdır.
Bunlar genelde aynı gelir seviyesine mensup aile çocuklarının veya aynı
sosyo-kültürel çevrelerden gelen öğrencilerin veya çalışkan olanların ya da
avami deyimle "fırlama" olanların biraraya gelmesiyle oluşan
gruplardır. Sınıfın tamamıyla ancak diğer sınıflara veya hocalara karşı
birleşmek gerektiği zaman biraraya gelinir.
Adamlık
dininde makbul olan tavırlar, Kuran'da gösterilen güzel ahlak örnekleri
(tevazu, dürüstlük, Allah'a teslimiyet gibi) değil, fırsatçılık,
"bitirimlik", kibir gibi ahlak bozukluklarıdır. Bu çarpık mantık da
ilk olarak lise döneminde gelişir. Liselerde, genelde popüler olan, takdir
gören kişi, zenginliği, güzelliği ya da "fırlamalığı"yla popüler
olur. Bu kişilerin yürüyüşleri, giyim tarzları, konuşma üslupları, el
hareketleri bütün okulda moda olur ve taklit edilir. Her dönemde liselerin
kendine has yürüyüş, gülüş, kıyafet stilleri vardır. Umursamaz bir hava, küstah
ve etrafı önemsemeyen bir yüz ifadesi, tek omuzda çanta, sallanarak ağır ve
umursuz bir yürüyüş klasik stildir. Yüksek sesle kahkaha atma ve küfürlü
konuşma da bir karakter göstergesi sanılır ve kabul görür. Arkadaş gruplarında
konuşulan konular da genelde bellidir. Kızlar beğendikleri kişilerden, giyimden
ve makyajdan bahsederken, erkekler arasında, kızlar, kıyafet, maç, hocalar ve
dersler konuşulan konuları oluşturur.
İnsanları
karakter ve ahlaklarına göre değil, maddi zenginlikleri ile değerlendirme
saplantısı, ilk örnekleri lise döneminde ortaya çıkan bir adamlık dini
hastalığıdır. Liselerde zengin görünmek son derece önemlidir. Bunun için özel
olarak çaba harcanır.
Genelde
herkesin ünlü markalardan giyindiği bir gruba, vasat giyimli biri pek
yanaşamaz. Ya da genelde yakışıklılıkları veya güzellikleriyle ünlü bir grubun
içine çirkin biri katılamaz. Gruba katılabilmek için güzel ya da zengin olmak
şarttır. Güzel ve zengin olanların genelde nazı çekilir, şımarık tavırlarına
göz yumulur. Çünkü onlar grubun prestij ve övünç kaynaklarıdır. Okula servisle
gitmek bile bir yaşa kadar zenginlik belirtisi olarak kabul edilir. Zengin
gözükebilmek için okul kıyafetlerine elden geldiğince eklemeler yapılır. Kızlar
kaliteli, pahalı tokalar takarak zenginliklerini vurgulamaya çalışırlar.
Kız-erkek hemen herkeste marka merakı vardır. Formanın üstüne giyilen marka
kazaklar, çoraplar, kravatlara yapılan eklemeler zengin olduğunu ispat etme
çabasından kaynaklanır. Bu nedenle o dönemde ailenin lisedeki çocuğunu en çok
sevindireceği olay ona marka bir kıyafet satın almasıdır. Maddi durumu iyi
olmayanlar da, zar zor para biriktirip satın aldıkları birkaç marka giysiyle
kendilerini kabul ettirme yarışına girerler. Çünkü en önemli değer yargısı,
para ve onun göstergeleridir. Etraftan takdir görmenin, "popüler"
olmanın yolu, paradan geçmektedir.
Kötü ahlak
özellikleri güzel görülmeye başlanırken, iyi özellikler de kötülenmeye
başlanır. Tevazu, kalenderlik, dürüstlük gibi tavırlar itici gelmeye başlar.
Çalışkanlığa da sadece okul içi ilişkide önem verilir. Okulda not alma, ders
çalıştırma gibi sebepler bazı çalışkan ama asosyal tiplerle arkadaş olma
zarureti getirir. Arkadaş seçiminde kendisini en çok eğlendirecek kişiyi bulmak
önemlidir. Birinci planda ahlaki yapısına bakılmaz. Öncelikle kendini
eğlendirmesi, "espriler" yapması önemlidir. Bu yüzden arkadaşlıklar
hep geçici olur, sağlam temellere dayanmaz. Gerçek karakterler oturmaya
başladığı zaman herkes birbirinden kopmaya başlar. Çünkü yaş büyüdükçe
güldürmeden, eğlendirmeden ziyade daha güçlü menfaatler gerekli olmaya başlar.
Herkesin
bir "en iyi arkadaşı" mutlaka vardır. Ona erkek veya kız arkadaşıyla
arasında geçenleri anlatır, arkadaşının bu konu hakkında bildiği bilgilerin
miktarı onunla samimiyet derecesini gösterir, onunla sırlarını paylaşır. Herkes
hakkındaki düşüncelerini bir tek ona anlatır ve ondan da kendisine anlatmasını
bekler. Bu bir sır dostluğudur. Hiç kimsenin bilmediği yönlerini birbirlerinin
bilmesi her iki tarafa da değişik bir haz verir. Etrafı kıskandırıp bir şeyler
biliyormuş havası oluşturmak için samimi arkadaşlar birbirleriyle
fısıldaşırlar, kalabalık ortamlarda göz göze gelip gülüşürler.
Arkadaşın
güzel ahlaklı olması, mümin olması, imanı, dürüstlüğü akla bile gelmez. Çünkü
bu tip konuların önemi, lise döneminde genel olarak kavranmaz. Dindar olanla
cahilce alay edilir. Bu yüzden kimse kolay kolay inançları hakkında konuşmaz.
Karşıt
cinsler arasındaki ilişkiler, birbirinden istifade etmeye dayalıdır. Erkekler,
samimi olma bahanesiyle sürekli, kızlara el şakaları yaparlar. Kendi arkadaş
çevreleri içinde en itibar kazandıracak kızla görülmek isterler. Kızlar için de
sınıfın en zengini, en yakışıklısı ile "çıkmak", arkadaşları içinde
ayrı bir övünç kaynağı olacaktır. Kızlarla erkeklerin oluşturduğu grubun içinde
eş değiştirmeler de olur. Birbirlerinden sıkıldıkları zaman ayrılıp diğerinin
eski arkadaşıyla "çıkmaya" başlarlar. Ayrıldığının arkasından da
çoğunlukla konuşurlar.
Herkes
pazartesi sabahları okula gittiğinde anlatacak bir şeyleri olabilmesi için
hafta sonunda gezmek zorundadır. Eğer o hafta sonu bir yere gitmemişse hafta
başı onun ezikliğini hissetmemek için kafasında senaryolar üretir ve bunu
gerçekmiş gibi anlatır. Kızlar da, erkekler de genel üslup olarak "laf
dokundurma" ve sivri dilli olmayı benimserler. Bu, diğer insanların kaba
olmasına karşı bir nevi savunma tarzında kişiye yerleşir ve normal üslup halini
alır. Okullarda genelde grup psikolojisi hakim olduğu için aslında çok sakin ve
rahat bir ruh haline sahip olan kişi, okula gidince birdenbire içinde olduğu
grubun ruh haline bürünür. Hiç yapmayacağı şeyleri yapmaya, hiç söylemeyeceği
sözleri söylemeye başlar. Bir kişinin yaptığı hatalı ve çirkin bir tavır grup
içinde hoş karşılanır. Tek başına yapmaya cesaret edemeyeceği şeyleri toplu
iken yapmayı göze alır. Arabasıyla sürat yapar, gerekirse grubunda takdir
toplamak için hayatını bile tehlikeye atar. Öğretmenlerine kafa tutar, kızlara
laf atar, böylece grup içinde ayakta kalmaya çalışır.
Adamlık
dininin en önemli vasıflarından biri olan insanların rızasını arama da, yine
lise yıllarında asıl olarak öğrenilir. Öğrencilerde kendini ispat etme çabası
yaygındır. Öğrenciler, sürekli olarak, hocalarına, arkadaşlarına, ailelerine,
kendilerini beğendirmeye çalışırlar. Bunların hepsini ayrı ayrı hoşnut etmeleri
gerektiği için çok çeşitli karakterlere bürünürler. Bu nedenle oldukça çarpık
bir şahsiyet gelişir, adamlık dininin kişiye ve ortama göre karakter değiştirme
özelliği bu dönemde kazanılır. Kişinin karakterini belirlemede kendi iradesi
değil çevresinin ondan beklediği yapı geçerlidir. Herkes ve her yerden ayrı bir
talep geldiği için; itidalsiz, istikrarsız bir ahlak geliştirir. Bu, kuşkusuz
yalnızca Allah'a kulluk eden, yalnızca O'nun rızasını arayan, yalnızca O'nu
hoşnut etmeye çalışan ve bu nedenle de son derece sağlam ve istikrarlı bir
karaktere sahip olan mümin ahlakının tam zıttıdır. Kuran'da, müminler ile
inkarcılar arasındaki bu fark şöyle ifade edilir:
Allah bir örnek verdi:
Kendisi hakkında uyumsuz ve geçimsiz olan, sahipleri de çok ortaklı olan bir
adam ile yalnızca bir kişiye teslim olmuş bir adam. Bu ikisinin durumu bir olur
mu? Hamd, Allah'ındır. Hayır onların çoğu bilmiyorlar. (Zümer Suresi, 29)
Öğrencilerin
kendi aralarındaki farklı tiplemelere adamlık dininin çeşitli versiyonlarında
rastlanılır. Bunları, yine öğrencilerin kendi aralarında taktıkları şu isimler
altında genelleyebiliriz:
"Fırlama"
Tip: Bunların en büyük özellikleri herşeye karşı umursuz ve
cesur "takılmaları"dır. Her konuşma, olay ve ortamda aykırı
olmalarıyla tanınırlar. Hocalara kafa tutar, sürekli herkesle alay eder,
kendilerine aşırı güvenir, sürekli espri yaparlar. Bu tipler, aslında genelde
duygusal ve ezik olurlar, bu ezikliklerini sivri ve uç hareketlerle kapatmaya
çalışırlar. Dışarıya duygusallıklarını asla belli etmezler, kaba konuşmalar
yapar ve duygusuz gibi görünmeye çalışırlar. Sınıfın kendilerinden beklediği
tavrı göstermeleri gerektiği için asla korktuklarını ve üzüldüklerini belli
etmezler. Genelde partilere, davetlere bu tipler mutlaka davet edilirler, çünkü
bunlar herkesin gülmesini, eğlenmesini sağlayan tiplerdir.
"Bunalım"
Tip: Sürekli sıkıntılı, hiçbir ortama uyum sağlayamayan,
karamsar tiplerdir. Sürekli olarak herşeyden şikayet eden bir yapıları vardır.
Hiçbir şeyi beğenmez ve herkese bir kusur bulurlar. İçlerine kapalı ve
düşüncelerini açığa vurmayan bu kişilerin genelde arkadaş çevreleri pek yoktur.
Eğlendirici bir yönleri de olmadığı için bu tiplere rağbet olmaz.
"Ukala"
Tip: Bunlar genelde aileleri zengin olan tiplerdir. Her yerde ve her durumda zenginlikleriyle
ön plana çıkmak isterler. Kavgalarda, sınıf geçme durumlarında, konuşmalarda
ailelerini öne sürerek işin içinden sıyrılma yolunu benimserler. Şahsiyetlerini
ailelerinin servetinde arayan tiplerdir.
"İnek"
Tip: Kendilerini çeşitli fiziksel eksikliklerinden ötürü
arkadaşlarından aşağı görürler. Bu açıklarını kapatmak için özellikle
bilgilerini göstererek ve derslerine ağırlık vererek sivrilmeye çalışırlar.
Bazen özel konular üzerinde uzmanlaşarak dikkat çekmeye çalışırlar.
Motosikletler, sinema, elektronik, bilgisayar, koleksiyonculuk, vs. gibi. Her
ortamda bu konular hakkında konu açmak ve bilgilerini gösterebilmek için fırsat
kollarlar.
Lise
dönemi, burada birkaçını saydığımız insan tiplemelerinden oluşan ve adamlık
dininin değer yargılarının zihinlere işlendiği bir dönemdir. Güldüren, zengin,
beraberken gösteriş yapılabilen kişi olmak gibi etkenler bu dönemin ana değer
yargılarıdır. Genç insan, diğer insanları ahlaki özellikleri (örneğin
dürüstlüğü, samimiyeti, fedakarlığı, içtenliği ve en önemlisi imanı) ile değil,
kendisine sağlayabileceği çıkarlara göre değerlendirmeyi burada öğrenir. Yaş
büyüdükçe de lisedeki güldürme, eğlendirme, beraber gösteriş yapma gibi
çıkarlardan daha da güçlü çıkarlar devreye girmeye başlar.
Nedenini
bilmedikleri kurallara körü körüne uyma alışkanlığı kazanan kişilerin, akıl ve
vicdan mekanizmaları da geri plana itilir ve bu özelliklerin gelişebileceği en
verimli dönemde bunlar körelmeye terk edilirler.
Adamlık Dininde
"Flört" Psikolojisi
Lise döneminde başlayan ya da
bu dönemden bir süre sonra devreye giren bir diğer adamlık dini kültürü ise
flört psikolojisidir. Flört dönemi, çıkarcı ve bencil bir biçimde yetiştirilen
genç kadın ve erkeklerin çarpık bir kadın-erkek ilişkisi kurmaya başladıkları
ve bir sonraki aşama olan çarpık evlilik anlayışına hazırlandıkları dönemdir.
Bir kıza
kendisiyle flört etmesini ya da yaygın deyimle "çıkmasını" teklif
eden bir erkek hareket tarzı, konuşma üslubu, sıkıntıları, kaprisleri, gezilen
yerleri ve yakınlaşma tarzıyla, tümüyle belirlenmiş bir paket programı karşı
tarafa teklif ediyor demektir. Bu programın, karşılıklı güvensizliğe dayalı,
uygulandığında her iki tarafı da küçük düşürecek, şahsiyetlerini kaybettirecek
bir yapısı vardır. Bu ilişki modeli, yıllardır insanlar arasında temel
kaidelerini koruyarak, sadece zamanın şartlarına göre gidilen yer ve
kıyafetler, üslup ve tavırlar farklılaştırılarak uygulanır.
Flört
dönemi yaşanırken iki tarafın da içinde bulunduğu ruh hali, kafa yapısı,
olaylara bakış açısı aynıdır. Zaten böyle bir dönemin yaşanabilmesi için ilk
şart bu dönemin gerektirdiği ruh hali içinde olmaktır. Normal bir ruh hali
içinde bu sistemin gerektirdiği tavırları takınmak imkansızdır. Bu özel
psikoloji, iki tarafın da sadece duygularının hakim olduğu, aklın ve ahlaki
değer yargılarının geçerli olmadığı bir ortamda yaşanabilir.
Beraberliğin
başlayıp başlamamasına karar verilirken en büyük pay, etrafa bu beraberlikle ne
kadar gösteriş yapılabileceğidir. Beraber olunan kişi sevilmese bile, etrafa
rahat rahat gösterilecek birinin bulunması, gidilen bir yere yalnız gidilmemesi
önemlidir. Çıktığı birinin olmaması ise o kişi için utanç vericidir. Her iki
taraf da karşı tarafı kendisine bağlamak için kendi şahsiyetlerini kullanmaz,
dürüst olmazlar. İkinci bir kişiliğe bürünüp onunla hareket ederler.
Birbirleriyle
beraber olmak isteyen iki kişinin tanışma, karşılaşma, konuşmaya ve buluşmaya
başlama şekilleri hep aynı tarzda gerçekleşir:
Kız (veya
erkek) beğendiği kişiyle tanışmak için belirli ortamlarda bulunmaya başlar.
Önce bir davette, okulda ya da yazlık yerde bir kişiyi belirler. Ona gözükecek
şekilde etrafında dolaşmaya, dikkat çekici kahkahalar atmaya başlar, grubuna
girmeye ve arkadaşlarıyla tanışmaya çalışır. Bunları yaparken özellikle
beğendiği kıza (veya erkeğe) karşı ilgisini hissettirmemesi şarttır ama,
gerçekte bütün dikkati onun üzerindedir.
Tanışma
gerçekleştikten sonra ilk bakılan özellikleri fiziksel görünüm ve zenginliktir.
Arabasının markası, oturduğu muhit, gittiği yazlık yer, okuduğu okul, babasının
işi, kıyafetlerinin markası, taktığı takılar, aşağı yukarı ilk tanışmada onun
hakkında ilgilenip ilgilenmeme açısından bir fikir verir. Bütün bunlar kafada
bir değerlendirmeye tabi tutulur ve kar-zarar hesabı yapılarak karşı tarafla
çıkıp çıkmama kararı verilir.
Tanışma
faslından sonra sıra telefon numaralarının alınması ve bir yere davet etmeye
gelir. Davet edenin önce erkek olması önemlidir. Gidilen yerlerde parayı erkek
ödemek zorundadır. Ertesi gün kız, gün boyunca telefon gelmesini bekler ve
genelde evden çıkmaz. Erkek ise özellikle çok ilgili görünmemek için hemen
aramaz, geç vakitlerde arar. Telefonla konuşurken çoğu filmlerden görülmüş olan
ilginç hareketler yapılır, tripler atılır (örneğin ahizenin kordonu ele
dolanır) ve etraftaki her türlü şeyle alaka kesilir. Kızın, istemese de, biraz
ağır davranması gerekir. Birbirlerinden belirli süre ayrı kaldıklarında her iki
tarafta da romantik tavırlar ortaya konur. Duygulu buldukları şarkılarda
uzaklara dalar ve ağlar, kendilerini yapay bir bunalım içine sokarlar.
Görüşmeye
başlandıktan sonra bütün zevklerin yeni bir ayarlaması yapılır. Karşı tarafın
zevkine göre giyinme, müzik dinleme, anlamadığı şeylerden anlıyormuş gibi
görünme, karşılıklı yaranma, kısaca bir sahtekarlık süreci başlar. Adamlık
dinindeki temel psikoloji olan "birbirinin rızasını gözetme" durumu
en üst düzeylerde yaşanır. Olayın ciddiyeti arttıkça karşılıklı hediyeler
alınmaya başlanır ve zamanla alınan hediyelerin değerleri artar. Bu arada
alınan hediyeler ailelere, arkadaşlara gösterilerek hava atılır. Kendisinin bu
hediyelere layık olacak kadar beğenildiği belirtilir. İki taraf da
birbirlerinin aileleri ve çevreleri hakkında bilgi edinmeye çalışır. Ailesi
eğer zenginse bir an önce karşı tarafa evini göstermek ister. Ailesi zengin
değilse, evinden uzak tutmaya çalışarak bir yalan çarkının içine girer. Sahip
olmadığı şeyleri sahipmiş gibi, gitmediği yerleri gitmiş gibi anlatmaya başlar.
Karşı tarafın kendisine buna göre değer vereceğini bildiği için bunu büyük bir
ustalıkla yapmaya çalışır. Çevresini kalabalık gösterme de bir zenginlik
alametidir. Tanımadığı insanları tanıyormuş gibi anlatır. Konuşulan konular hep
bellidir.
Adamlık
dininde, her konuda olduğu gibi kadın-erkek ilişkilerinde de Allah'ın rızasını
aramak, Allah'ın koyduğu ölçüleri gözetmek yönünde bir çaba harcanmaz. Dindar
ve Allah'tan korkar bilinmek bu cahil ve çirkin mantıkta makbul değildir. Konu,
"herkesin inancı kendine" türünden anlamsız ifadeler kullanılarak
kapatılır.
"Çıkma"
olayı, arkadaş çevresine hava atabilmek açısından da oldukça önemlidir. Bir
erkek ne kadar fazla kişiyle birlikte görülmüşse o kadar "havalı"
olur. Ayrıca, erkeğin güzel bir kızla çıkması da arkadaşlarının gıpta ve
hayranlığını kazanmak amacı taşır. Kızlar da genellikle gösterişli bir arabaya
sahip olan erkeklerle çıkmayı tercih ederler. Çünkü okul çıkışında
arkadaşlarının arabayı görmeleri, kendileri için bir itibar kaynağı olacaktır.
Beraber olduğu kişinin evinin güzel olması da arkadaşlarının bunu görüp takdir
etmesi açısından önemlidir.
Beraberlikler
sevgi ve saygıya dayalı değildir. İlişki, sürekli boş vakit geçirme, gezme,
yemek yeme, çevreye hava atma ve karşılıklı faydalanmaya dayalı olduğu için
zamanla ilerleyen ilişkide artık kavgalar ve bıkkınlık belirtileri görülmeye
başlar. Kızlar genelde her kavgada ağlar, erkekler de önemsemez ve duygusuz
görünmeye çalışırlar. Birbirlerini sahiplenmeleri, birbirlerine sürekli baskı
yapmaları ve aralarındaki güvensizlik ortamı bir süre sonra sıkıntıya dönüşmeye
başlar.
Aralarında
vefa ve sadakat gibi kavramlar bulunmaz. İki taraf da karşısındakinin
kendisinden daha güzel ya da yakışıklı, daha zengin ve popüler birini
bulduğunda, ilk fırsatta kendisini terk edeceğini bilir ve sürekli bunun
tedirginliğini yaşar. Zaten her fırsatta bu konu dile getirilip bir tehdit
unsuru olarak kullanılır. Karşılıklı saygı da bir süre sonra kaybolmaya başlar.
Birbirlerini gözlerinde büyüttükleri, birbirlerinin sonuçta aciz birer insan
olduklarını zamanla fark ettikleri için, karşı tarafın en ufak bir acizliğinde
bile ondan soğur ve ona olan sevgilerini yitirirler. Karşı tarafın uykudan yeni
kalkmış hali, terlemesi, yüzünde sivilce çıkması, hastalanması, ona karşı
sevgisinin azalmasına sebep olur.
Toplu
ortamlarda sık sık birbirlerini aşağılarlar. Özellikle "aptal"
konumuna düşmemek için arkadaşlarının yanındayken onu beğenmediğini ifade eden,
kusurlarını ortaya çıkaran konuşmalar ve gülüşmeler sık sık yapılır.
Tüm
bunlara rağmen daha iyi birini bulamama korkusu ilişkiyi devam ettirir. Aradaki
kavga ve ayrılmalara rağmen yeni birini bulamayınca birbirlerine dönerler.
İyi-kötü çıktığı birisinin bulunması, etrafta tek başına bilinmekten daha
iyidir.
Ayrılma
durumlarında ilk kimin bırakacağı da çok önemlidir. Sırf ilk bırakanın kendisi
olması için bile ayrılanlar çok olur. Arada kavga çıkarmak ve kapris yapmak ise
"kolay biri olmama" açısından çok önemlidir. Ayrılmanın ardından eğer
barışma söz konusuysa alacağı hediye önemli olur. Çünkü alacağı hediyenin maddi
değeri kendisini ne kadar sevdiğini gösterecektir. Flört dönemi kızın da
erkeğin de şahsiyetlerinin, ahlak değerlerinin, kendilerine saygılarının yavaş
yavaş kaybolmaya başladığı bir dönemdir. Büyük ölçüde gösteriş, maddiyat,
cinsellik, karamsarlık ve samimiyetsizlik üzerine kurulu böyle bir dönemin
herşeyi yeni öğrenip yetişmeye başlayan bir insanın üzerinde ileriki hayatını
da etkileyen yıkıcı ve kalıcı etkileri olur.
Tüm bu
saydıklarımız, adamlık dininde "flört" ya da "çıkma" olarak
bilinen ilişki modelinin gerçekte ne denli boş, ne denli sıkıntı verici
olduğunu göstermektedir. Oysa, dışarıdan bakan pek çok insan için, flört
dünyanın en zevkli, en güzel şeyi gibi gözükür. Bu imaj, özellikle konuyla
ilgili filmler sayesinde oluşmuştur. Binlercesi çevrilmiş olan bu filmlerde
flört, iki insanı da son derece mutlu eden, hayatı toz pembeye dönüştüren,
insana hayatının en güzel anlarını yaşatan bir ilişki olarak gösterilir. Fakat
bu süslü tablo, gerçeklerle hiçbir zaman uyuşmaz. Çünkü adamlık dininde, diğer
tüm ilişkiler gibi kadın erkek ilişkisi de samimiyetsiz ve çıkarcı bir mantıkla
yürütülmektedir. Her iki taraf da kibirleri, "hava atma" merakları,
samimiyetsizlikleri, güvensizlikleri nedeniyle sıkıntı verici, bunaltıcı bir
ruh haline girer.
Bu,
gerçekte son derece boş olan dünya hayatının insana süslü gösterilmiş olmasının
bir sonucudur. Kuran'da, dünya hayatının süslü gösterildiği sık sık vurgulanır.
İnsanları saptırmak için kıyamete kadar çabalayacak olan şeytanın da başlıca
özelliği, insana dünyayı süslü göstermesidir. Şeytanın konuyla ilgili vaadi
şöyledir:
(Şeytan) Dedi ki:
"Rabbim, beni kışkırttığın şeye karşılık, andolsun, ben de yeryüzünde
onlara, (sana başkaldırmayı ve dünya tutkularını) süsleyip-çekici göstereceğim
ve onların tümünü mutlaka kışkırtıp-saptıracağım." (Hicr Suresi, 39)
Eğer insan
aklını kullanmazsa şeytanın telkininin etkisi altına girer ve dünyadaki boş,
geçici ve sıkıntı veren şeylerin dış yüzündeki aldatıcı süse aldanır. Bu, flört
ya da "çıkma" ilişkisi için de geçerlidir. Genç kadın ya da erkek,
filmlerde gördüğü, etraftan öğrendiği duygusal atmosfere girer ve flört etmekle
dünyanın en mutlu insanı olacağını sanır. Oysa kısa süre sonra ortada hiç de
sandığı gibi mükemmel bir ilişki olmadığını anlayacaktır. Ancak bu bile onu
düşünmeye yöneltmez, artık eski sevgilisinden sıkıldığını ve yeni birisini bulması
gerektiğini düşünür. Ya da evliliği gözünde büyük bir hedef olarak belirler ve
asıl güzel günlerin evlenince başlayacağını sanır. İşte bu noktada kısır bir
döngü içine girmiştir ve aklını kullanmadığı için de ölene kadar bunun içinde
kalacaktır. Artık o, Kuran'daki "İnkar edenlere
dünya hayatı çekici kılındı (süslendi)..." (Bakara
Suresi, 212) ayetinin kapsamına girmiş ve "Kötü
olarak işledikleri kendisine çekici-süslü kılınıp da onu güzel gören"lerden
olmuştur. (Fatır Suresi, 8) Bir diğer ayette ise, söz konusu kişilerin
durumları şöyle bildirilir: "Ahirete
inanmayanlara gelince; Biz onlara kendi yaptıklarını süslemişiz, böylece onlar,
körlük içinde şaşkınca dolaşırlar". (Neml
Suresi, 4)
Dünyanın
süsü aldatıcıdır, çünkü gerçek ve kalıcı değildir. Dünyadaki nimetler, ancak
ahiretteki nimetlerin eksik bir örneği, bir numunesi hükmünde yaratılmışlardır.
Ve bu nimetlerden gerçek bir zevk almak, ancak onları Allah'ın verdiğinin ve
ahiretin eksik bir örneği olarak yaratıldığının anlaşılması ile mümkün olur. Dünyada
huzur ve rahatlık elde etmenin tek yolu da yine Allah'a yönelmektir. Çünkü
ayette de bildirildiği gibi "... kalpler
yalnızca Allah'ın zikriyle mutmain olur." (Rad
Suresi, 28)
Adamlık
dini mensupları, bunu kavrayamadıkları, Allah'ı unutup, dünyanın geçici süsünü
gerçek, sağlam ve ebedi sandıkları için sapmakta ve sıkıntı çekmektedirler. Bir
ayette, inkar edenlerin dünya hayatına aldanışı şöyle tarif edilir:
İnkâr edenler ise; onların
amelleri dümdüz bir arazideki seraba benzer; susayan onu bir su sanır. Nihayet
ona ulaştığında bir şey bulamaz ve yanında Allah'ı bulur. Onun hesabını tam
olarak verir. Allah, hesabı çok seri görendir. (Nur Suresi, 39)
Buraya
kadar da incelediğimiz gibi, adamlık dininin kıstasları içinde yaşanan ve Allah
rızasından uzak olan bir kadın-erkek ilişkisinin umut, hayal ve beklentiler
açısından uzaktan süslü, güzel görülen bir seraptan farkı yoktur. Ancak işin
gerçeğiyle karşılaşıldığı zaman bu beklenti ve hayallerin boş, değersiz,
sıkıntı ve gerilimlerle dolu olduğu anlaşılır. Çünkü tarif edilen modelde,
insanlar fıtratlarına aykırı bir şekilde yaşamaktadırlar. Gerçekte insan
Kuran'da bildirilen güzel ahlaktan ve bu ahlakın kendisine gösterilmesinden
hoşnut olur. Aksi bir tavır, söz ve hareket bu fıtrata aykırı olduğu için her
insanı sıkar, rahatsız eder. Örneğin Kuran'da bildirilen sevgide, merhamet,
güven ve hoşgörü bulunmaktadır. Adamlık dininde hakim olan sevgide ise,
kıskançlık, merhametsizlik ve genellikle saygısızlık da bulunmaktadır.
Bu sistem,
özenilmesi gereken değil, aksine kaçınılması gereken bir sevgi anlayışıdır.
Allah'ın insanları yarattığı fıtrat üzerine hareket etmek, merhamet göstermek
ve sevgi beslemek doğru olanıdır.
ADAMLIK DİNİNDE FLÖRT PSİKOLOJİSİ
(SAYIN ADNAN OKTAR'IN KRAL KARADENİZ TV'DEKİ CANLI
RÖPORTAJI, 30 Ocak 2009)
ADNAN
OKTAR: Romantiklik olayının kendisi komik zaten. Bir insanın
tiyatro sanatçısı gibi poz yapması, oyun oynaması, gerçek yüzünü gizleyip,
tamamen yapmacık mimikler ve yüz ifadesiyle, üslupla ve konuşmayla, bir tiyatro
sahnesinde bir oyun sergiler gibi yaşaması, hem komik hem çok zorlu hem de bir
azaptır. Böyle bir insanla konuşmak da çok zordur. Ki ben insanların bayağı bir
kısmının yapmacık olduğunu görüyorum. Yani akıllı bir insan yapmacıklıktan
şiddetle kaçınır, yapmacık bir insanı seyretmek, onunla konuşmak çok rahatsız
edici bir şeydir. Mesela kadınlarda da bazen erkeklere karşı öyle tavırlar
oluyor, erkeklerde de kadınlara karşı yapmacık tavırlar oluyor. Koskoca
delikanlı kadın gibi ağlıyor, anormal hareketler yapıyor, duygusal konuşmalar
yapıyor, bu kadını çok kızdırır, çok rahatsız eder. Kadının da yapmacıklığı,
sevmediği halde seviyor görünmesi, bazen öyle zengin birisini gördüğünde, eli
yüzü de düzgünse, arabası da varsa, birden çarpıldığını, hayatta ilk defa böyle
bir şeyle karşılaştığını, daha önce böyle bir şeyi hiç hissetmediğini
söyleyerek o garibimi kandırarak bir süre sonra tam istediği çizgiye kadar
getirebiliyor… Yani işin doğrusu dünyanın büyük bir bölümünde dev bir tiyatro
sergileniyor. Bu tiyatronun birçok oyuncusu var. Karşılıklı birçok oyun
oynuyorlar. Bu doğru değil. İşte ahir zamanda, Hz. Mehdi (as) devrinde bu
tiyatronun perdesi kapanacak ve insanlar artık gerçek insan olacaklar, gerçek
sevgiyle yaklaşacaklar, gerçek aklı ortaya çıkaracaklar, gerçek yüzlerini
gösterecekler. Artık maskeler kalkacak. İnsanların büyük bölümü maskeyle
geziyor. Bu maskeler kalkacak. Maskelerden dolayı da insanlar mutlu değil. Ben
dışarı çıktığımda insanların birçoğunun yüzünü güler göremiyorum, mutlu göremiyorum.
Çünkü maskeyle karşılaşıyorum. Gerçek insan,
insanın hoşuna gider. Gerçek yüz, insanın hoşuna gider. Maske insanı çok
rahatsız eder. Yapmacıklık insanı çok rahatsız eder.
Yani bir
gerçek çiçek vardır, mesela gerçek bir menekşe vardır, bir de plastik menekşe
vardır, satılır, plastikten yapılmış. Şimdi sahtelerini insanlar kullanıyorlar
bayağı bir yerde. Yani o menekşenin taklidini yapmaya çalışıyor, aşkın
taklidini yapmaya çalışıyor, aşık tarzında bir tiyatro sanatçısı gibi birşeyler
yapmaya çalışıyor, ama karşısındaki insan bunu hemen anlıyor, yani niçin
seviyorsun dediğinde arabası için, evi için ve tipi için diyor. Orada zaten aşk
diye birşey kalmadığı açık, belli, çünkü adamın tipi gittiğinde, tipine birşey
olduğunda ondan nefret edeceği ve hemen kaçacağı belli. Parasının gitmesi
durumunda da ondan kaçacağı belli, arabasının gitmesi durumunda da ondan
kaçacağı belli. O zaman bu oyuna ne gerek var? Ama işte bazı zavallı insanları
böyle kandırıyorlar, o da inanıyor hakikaten.
Adamlık Dininde
"Evlilik" Psikolojisi
Adamlık dininde evlilik
dönemi, genç kız ve erkeğin belirli bir yaşa gelmesiyle başlar. Artık anne ve
baba çocuklarının "mürüvvetini" görmek ve yıllardır verdikleri
emeklerin karşılığını yavaş yavaş almak istemektedirler. Genelde adamlık dininin
evlilikleri, flörtten farklı olarak, doğal tanışmalarla olmaz. Belirli yaşa
gelmiş erkek ve kızların mutlaka evlenmesi gerektiği düşünüldüğü için, bunu
sağlayabilmek için birçok yöntem denenir. Eğer kişiler bunu başaramıyorlarsa bu
durumda iş ailelerine, akrabalarına ve dostlarına düştüğü düşünülür. Bir önceki
bölümde bahsettiğimiz flört dönemi evliliğe giden bir adım olarak görülür.
Fakat bu kişiler tarafından iyi değerlendirilmediyse, evlilik için suni
karşılaştırmalar ve tanışmalar ayarlanır. Bu karşılaştırmaların da her yerde
bilinen ve tanınan ustaları vardır. Çevrede gençleri biraraya getirmesiyle
ünlü, genelde yaşları ilerlemiş bu kişiler, vakitlerini uygun kültürde, uygun
zenginlikte, uygun güzellikte ve uygun muhitte oturan gençleri aramakla geçirirler.
Hemen her ailenin böyle bir büyüğü ya da tanıdığı olur.
Böylece
evlilik döneminin tanışma faslı başlamış olur. Tanışma ayarlandıktan sonra iki
taraf da birbirlerini ailelerinin onlara öğrettiği süzgeçlerden geçirmeye
başlar. Nihayet ailesinin küçüklükten beri onun için harcadığı zaman ve imkanın
karşılığını onlara verme zamanı gelmiştir. İyi bir evlilik hem çevresi hem
kendisi hem de ailesi için gerekli ve şarttır. Tanışmadan sonra eğer her iki
taraf da birbirlerinin oturduğu muhiti, sosyal statüsünü, kıyafetinin markasını
ya da arabasını birbirlerine uygun görmüşse, tanışmadan sonra bir yemek ve
buluşma ayarlanır. Bu buluşma için kıyafet beğenme süresi oldukça uzundur. İki
taraf da sürekli bu buluşmada ne giyeceğini düşünür. Hatta bu düşünme olayına
aileler ve arkadaşlar da katılırlar ve giyilecek kıyafet el birliği ile
ayarlanır.
İki
tarafın evliliğe ikna olması için o kadar uzun bir zamana gerek olmaz. Kadın,
erkeğin kendisini geçindireceğine kanaati gelirse evlenir. Erkeğin de kadının
kendisini iş veya sosyal çevresinde iyi temsil edeceğine, yanında iyi görüntü
vereceğine ikna olması gerekir. Nişan kararlaştırılır. Nişan,
"çıkma"nın toplum tarafından onaylanmış halidir.
Samimiyetsizlik,
ilk baştan itibaren olayın en belirgin vasfıdır. Erkek aldığı çiçeklerle,
hediyelerle kısıtlı bütçesini zorlar, kıza ve ailesine gösteriş yaparak
kendisini zengin ve cömert göstermeye çalışır. Çünkü kızla evlenmesi, hakkında
zenginliği ile ilgili edinilecek imaja bağlıdır. Bu dönemde harcama yapmaktan
çekinilmez, çünkü yapılacak olan harcama ileride iki tarafa da ev, para,
kıyafet, prestij vs. olarak fazlasıyla geri dönecektir. Aile çok kısa zamanda
damat adayı hakkında bir tür kamuoyu araştırması başlatır. Herkesin damat
hakkındaki görüşleri alınır. Asıl amaç "Nasıl, etraftan beğenilen bir aday
mı?" sorusuna cevap bulmaktır. Damat adayının gelir seviyesi, malı-mülkü
hakkında bilgi edinilerek etrafa anlatılır. Eğer maddi durumu iyi ise dış
görünüşü ve ahlakı o kadar önem taşımaz.
Bundan
sonra aileler görüşmeye başlar. Bu görüşme, bir tür alış veriş görüşmesidir.
Kızın ailesi, kızlarının karşılığında ne alacağını hesaplar. Bu direkt olarak
para olmasa bile prestij, ün, şöhret, ev, mobilya gibi bir karşılıktır.
Karar
verildikten sonra düğün için para biriktirilmeye başlanır. Kıza hediyeler
alınır. Nişanı kız tarafı yapar. Karşılığında yüklü bir düğün bekler. Hangi
tarafın bu iş için ne kadar para harcayacağı önceden belirlenmiştir. Tam bir
masraf paylaşması yapılır. Düğündeki içeceklere kadar hangi tarafın neyi karşılayacağı
bellidir. Ailenin maddi durumu harcamaları karşılamaya yetecek kadar olmasa
bile aile borçlanarak ya da bir şeyler satarak bunu muhakkak üstlenir. Karşı
tarafa mahcup duruma düşmemek, parasız görünmemek bu kritik dönemde çok
önemlidir.
Her iki
tarafın da yakın çevreleri, bedavadan yiyip-içip eğlenmek için düğünün
yapılmasını dört gözle beklerler. Fakat, bir yandan da gelin ve damada takı
takmaları, hediye almaları gerektiği için bunun sıkıntısını yaşarlar. "En
ucuza nasıl hediye ayarlarız?" problemi başlar. Gelinle damadın
babalarından menfaati olanlar iyi takı takar, iyi aile dostu gibi davranırlar.
Adamlık
dininin evlilikle ilgili törenlerine bakıldığında, dünya hayatının aldatıcı
süsü olan gösteriş merakı ve insanların rızasını arama hastalığı en üst düzeyde
gözlemlenebilir. Ailelerin nişan, düğün gibi şatafatlı törenler
düzenlemelerindeki ana amaç, insanlara gösteriş yapmaktır. Örneğin çeyiz açılma
günleri bütün komşular eve çağırılır. Eşyalar herkese gösterilerek eşe, dosta,
komşuya gösteriş yapılır. Davetliler ise genellikle çok beğendiklerine dair
abartılı tepkiler verirler. Ancak çoğu zaman kendi evlerine döndüklerinde kadar
kötü, işe yaramaz şeyler alındığı hakkında yorumlar yaparlar.
Düğün
Psikolojisi
Adamlık
dininde insanların yaşamlarında çok önem verdikleri belirli dönüm noktaları
vardır, bunlardan bir tanesi de düğünlerdir. Düğün özellikle bayanlar için o
kadar önemlidir ki, o gün geldiği
zaman herşeyin değişeceğini, tüm hayallerinin gerçekleşeceğini düşünürler.
Fakat birçok kişi için düğün günü hayatlarının en sıkıntılı ve en gerilimli
geçen günüdür. Çünkü çoğunda yaşanan gerginlik ve tevekkülsüzlük nedeniyle
düğünlerde neredeyse büyük bir kabus yaşanır. Bunun nedenlerinden bazıları
aşağıdaki gibidir.
Düğünde
gelin, damat ve aileleri belli çıkar hesapları içinde iken, davetlilerin de
kendilerine özgü ayrı çıkar hesapları vardır. Nişanlar ve düğünler davetli
ailelerin çocuklarına iyi aday bulmaları için ideal yerlerdir. Bu nedenle
kızlarını ya da erkek çocuklarını mümkün olduğunca pahalı kıyafetler giydirip
beraberlerinde götürürler.
Düğünde
duygusal konuşmalar yapılır. Bazıları yerli yersiz, sebepsiz ağlar. Niye
ağladığını kendisi de bilmez. Ailenin en yakınları ve büyükleri en çok
ağlarlar. Arada, "elimde büyüdü" demeyi de ihmal etmezler. Gelinin
sabahtan itibaren kıyafet ve saç hazırlığı başlar. O günün berber masrafları
oldukça fazladır. Herkes o gün neşeli ve cömerttir. Kız tarafı berberin
çıraklarına o güne kadar hiç vermediği bahşişleri verir, aristokrat ve zengin
gözükmeye çalışır. O gün herkes profesyonel bir organizatör gibi davranır.
Etrafa emirler yağdırır, para saçar. Anne, gerekli gereksiz herşeye ve herkese
para verir; baba bundan dolayı kavga çıkarır. Bu zaman zarfında sık sık bir
köşeye çekilip ağlayanlar olur.
Daha sonra
sıra resim çektirmeye gelir. Fotoğrafçının önündeki üstünde bulut resimleri
olan kırmızı, mavi, beyaz renkli bezden fonların önünde gelin bir sandalyeye
oturtulur. Damat gelinin yanında poz verir. Samimiyetsiz olduğu açıkça belli
olan resimler çektirilir. Bu resimler daha sonra bir ömür boyu etrafa
gösterilecektir. Zaten çekilme amaçları budur. Gelinin nasıl bir düğün yapıp ne
çeşit bir gelinlikle evlendiğini, damadın gençken nasıl "fiyakalı"
olduğunu ileride herkesin görmesi gerekir.
Nikaha
giderken arabanın etrafı arı kovanı gibi dolar. Arabanın arka camında pasta
altlıkları yapışıktır, üstünde yaldız kaplı karton harfler bulunur. Bunlar
gelinle damadın baş harfleridir. Arabanın plakasında "evleniyoruz",
"evlendik" ya da "mutluyuz" gibi kalıplaşmış yazılar
vardır. Çoğu arabanın önünde plastik bir bebek oturtulur. Bu, daha sonra
doğacak olan bebeğin simgesidir. Aileler gelinle damadın nerede ne
yapacaklarını, kimlere ne cevap vereceklerini, nerede gülümseyip, nerede
ağlayacakları önceden kararlaştırmıştır.
Düğüne
gelen davetliler de küçük çıkar hesapları yaparlar. Yakında kızını nişanlayacak
ya da evlendirecek olan varsa, iyi takı takar ki ileride kendi kızına da pahalı
şeyler takılsın. Takıları en çok görünecek şekilde, düğün salonunun ortasına
kadar gelerek herkese göstere göstere takarlar. Davetlilerin hepsi gecenin
yıldızı olmayı isterler. Kıyafetler ona göre ayarlanır. Taraflar takı takma
merasimini özellikle video kamera ile kaydederler. Amaç kimin ne taktığını
tespit etmektir. Davetlilerden birine takı takma durumu olduğunda onunkiyle
denk olanı takmak esas gayedir. Daha iyisini takmak "enayilik", daha
kötüsünü takmak ise fakirlik belirtisi olarak kabul edilir. Herkes üstüne
düşeni yapmıştır. Misafirler bedava yemek yemekten mutludurlar. Aileler de hem
hava atmış hem de iyi bir alış veriş yapmış olmanın mutluluğunu yaşarlar. Gelin
ve damat ise oldukça yorgun ve rahatsızdır. Bütün masalar gezilip el öpme,
tokalaşma merasimleri yapılır. Herkesin gözü üstlerindedir. Özellikle dikkatli
davranmak zorundadırlar.
Tasvir
ettiğimiz türden bir düğündeki insanların hemen hepsinin aklında benzer şeyler
vardır: Diğer insanlara gösteriş, maddi hesaplar ve dikkatle yerine getirilmesi
gereken samimiyetten uzak tavırlar. Buna karşın, bu insanların hemen hemen
hiçbirinin aklında Allah yoktur. Hiçbiri, içine daldıkları uğraşıdan
silkinip Allah'ı düşünmeyi, O'nu tesbih
etmeyi, Rabbimiz'e hamd etmeyi düşünmez. Hareketlerinin Allah'ın rızasına uygun
olup olmadığı konusunda da bir kıyas içinde değildirler. Gereksiz yere harcadıkları
paranın israf hükmüne girebileceğinin farkında değildirler.
Önceki
paragraflarda saydıklarımız, adamlık dini toplumu içinde kültürel, sosyal ve
maddi açılardan standart düzeye sahip bir çoğunluğun evlilik sırasında
gösterdikleri klasik tutum ve davranışların, sahip oldukları psikolojilerin bir
tasviridir. Tabi ki bundan daha farklı psikolojide ve ortamda evlenen kişiler
de olmuştur. Toplumun çeşitli kesimlerinin evlilik konusunda gerek tanışma,
gerek evliliğe hazırlık, gerekse törenler açısından birbirinden oldukça farklı
tarzları olabilir. Kimisi görücü usulüyle, aileler ya da aracılar vasıtasıyla
tanışırken, kimisi okuduğu üniversitede veya çalıştığı iş yerinde ya da arkadaş
çevresinde evleneceği kişiyle tanışır. Kimisinin düğünü sıradan bir düğün salonunda,
kimisininki beş yıldızlı otelde çok daha gösterişli ve ihtişamlı olur. Kimisi
daha klasik, gelenek ve göreneklere uygun bir stil izler, kimisi daha modern,
Avrupai bir tarzı benimser, kimileri de farklı ve orijinal bir şeyler yapmaya
çalışarak dikkat çekmeye, ilgi toplamaya çalışır. Ancak farklı olan yalnızca
mekanlar, dekorlar ya da çiftlerin birbirleriyle tanışma şekilleridir. Önemli
olan nokta, adamlık dini toplumunun her kesiminde evliliğin son derece çarpık
bir mantık içinde uygulanıyor olmasıdır. Evlilik, birbirini seven ve sayan iki
insanın nikah bağı ile bağlanması değil, içinde yüzlerce cahiliye adetinin ve
garip ayinlerin yer aldığı, gösterişe, çıkar hesaplarına dayanan, samimiyetsiz
ve riyakar tavırlarla bezenmiş bir garip müessese halini almıştır.
Kültürel
ve toplumsal statüleri ne olursa olsun her kesimden adamlık dini mensuplarının,
gösterişiyle, hava atmasıyla, beklenti ve menfaatleriyle evlilik olayına
yönelik temel mantık ve yaklaşımları, psikolojileri aşağı yukarı birbirleriyle
aynıdır: Yani, "Bilin ki, dünya hayatı
ancak bir oyun, '(eğlence türünden) tutkulu bir oyalama', bir süs, kendi
aranızda bir övünme (süresi ve konusu), mal ve çocuklarda bir
'çoğalma-tutkusu'dur..." (Hadid Suresi, 20) ayetinde bildirilen bakış açısını
taşır ve harfiyen uygularlar. Zaten adamlık dininde Allah'ın rızasının en
çoğunu gözetmek, Allah'ın sınırlarını korumak, O'nun belirlediği şekilde bir
yaşam sürdürmek gibi kavramlar yer almadığına göre, geriye kalan yegane yol da
nefis, heva, heves, tutku ve ihtirasların yolu olmuş olur. Şekiller, yöntemler
değişse de, zihniyet hep aynı kalır.
Evlilik
Sonrası
Önceki
sayfalarda konu edindiğimiz çarpık zihniyet evlendikten sonra da devam eder.
İlk günün sabahı birbirlerini yataktan kalktıkları halleriyle gören kadın ve
erkek, ilk pişmanlık duygularını tadarlar. Çoğunlukla, daha önceden
birbirlerini o durumda görmedikleri için birbirlerine itici gelmeye başlarlar.
Aynı evin içinde yaşamaya başlayınca birbirlerinin daha önce bilmedikleri
değişik alışkanlıklarına ve kişilik yapılarındaki anormalliklere şahit olmaya
başlarlar. Daha önce gözlerinde
büyüttükleri bu insan zamanla değerini kaybetmeye başlar ve bu durum kısa
sürede aralarında soğukluk oluşmasına sebep olur. İçten içe besledikleri bu
olumsuz duygular zaman içinde artarak devam eder. Aradaki sevgi anlayışı
yüzeysel olduğundan, bir süre sonra sevgi zannedilen duyguların zorunlu bir
alışkanlık haline dönüştüğünü görürler.
İlk aylar
ayıp olmasın diye birbirlerine bu hislerini fark ettirmeyen ve iyi geçinmeye çalışan
karı-koca, zaman geçtikçe saygılarını yitirmeye, kaba, kırıcı, tahammülsüz ve
düşüncesiz olmaya, birbirlerinden soğuduklarını belli eden tavırlar göstermeye
başlarlar. Fakat bunu etrafa sezdirmemeye çalışırlar. Ancak çevreleri zaten bu
çarpıklığın farkındadır ve bu süreç doğal bir olay olarak kabullenilir.
Evliliğin ilk günlerine "balayı" denmesi bunun ilginç bir
göstergesidir; belli ki kısa bir süre sonra balayı bitecek, bıkkınlık, sıkıntı,
hatta kavga dolu aylar ve yıllar başlayacaktır.
Evliliğin
ilerlemesiyle birlikte çocuklar, geçim derdi gibi genel sorunlar ve bunların
doğurduğu psikolojik ortam evdeki hakim yapıyı belirler. Ev sakinleri arasında
sürekli gergin ve sinirli ilişkiler yaşanır. Para, sürekli konuşulan konudur. Karı koca
arasında sahiplenme, kıskançlık gibi konular bitmez tükenmez bir gerilime ve
kavgalara sebep olur. Erkeğin hep işinden bahsetmesi, karısının konuştuklarını
dinlememesi, sürekli televizyon seyretmesi, karısına ve çocuklarına karşı
ilgisiz ve asabi olması evin doğal ortamını oluşturur.
Evde
genelde dağınıklık hakimdir. Ayrıca temizliğe de dikkat edilmez. Bu yüzden
dışarıdan birinin normal zamanda evin halini görmesi istenmez. Evdeki
mobilyalar, takımlar, masa örtüleri, vs. gibi eşyalar, ev sakinlerinin
rahatından çok dışarıdaki insanın takdir etmesine yönelik olarak ayarlanır.
Misafirler için özel bir oda ayrılır. Bu odada ev sakinleri pek oturmazlar;
orası evin gösteriş kısmıdır. Evin en pahalı ve iyi eşyaları orada misafirlere
sergilenir. Tabi
ki bir insanın misafirleri için özel ortam hazırlaması ve onların rahatını
gözetmesi bir güzel ahlak özelliğidir. Ancak daha önce de belirttiğimiz gibi,
adamlık dinini yaşayan insanlarda misafire özel oda hazırlanmasının amacı o
kişinin rahatının ve keyfinin düşünülmesi değil, gereği gibi hava atılabilecek
bir imkan sağlanmasıdır.
Çocuklar
ise ev dışında en büyük gösteriş unsurudur. Zaten ilk baştan itibaren çocuğa
yönelik bakış açısında büyük bir çarpıklık vardır. Anne ve baba çocuğu
sahiplenir, ona hayat veren kendileriymiş gibi düşünür ve davranırlar. Herşeyi
yaratanın Allah olduğu ve herşeyin gerçek sahibinin O olduğu düşünülmez. Çocuğu
sahiplenen anne-baba, bir süre sonra da onu kullanarak etrafa gösteriş yapmaya,
avami deyimle "hava atmaya" başlarlar. Çocuğun zeki ya da güzel oluşunu
sık sık gündeme getirir ve bununla övünürler, sanki çocuktaki güzellik ya da
zeka kendilerinden kaynaklanıyormuş gibi davranırlar. Hatta çocuğun herhangi
bir güzel yönü
hakkında "bana çekmiş de ondan öyle olmuş" gibi yorumlar yaparak
kendilerine pay çıkarırlar. Zaman ilerledikçe çocukla gösteriş yapmanın boyutu
genişler. Okuduğu okullar, arkadaş çevresi, gezdiği yerler bir övünç vesilesi
olarak eşe dosta anlatılır. Adamlık dini ailelerinde, çocukla gösteriş yapmanın
yanı sıra, çocuğu hayatın gayesi ve anlamı haline getirme alışkanlığı da çok
yaygındır. Kimi anne-babalar çocuklarını yaşamlarının tek amacı olarak görür,
tüm hayatlarını ona iyi bir gelecek hazırlamaya adadıklarını söylerler. Oysa
tüm insanların hayatlarının tek amacı Allah'a kulluk etmek olmalıdır. Hayat
ancak Allah'a adanır. Bir insanın çocuğuna bakması da, ancak Allah rızası için
yapılacak bir ibadettir.
Kadınların
tüm hayatı, evlilik hedefine göre ayarlanmıştır. Genç kızlıktan itibaren bu
hedef, hayatın en önemli amacı olarak kabul edilir. Kızların kiloları,
kıyafetleri, tahsilleri, zevkleri, çevreleri hep iyi ve kazançlı bir evliliğe
göre ayarlanır. Genç kızların önemli bir bölümü, üniversiteye "koca
bulmak" için giderler. Çünkü koca, özellikle de zengin bir koca, hayatın garantisi
olarak görülmektedir. Genç kadın, hayalinde, kendisini geçindirecek, koruyacak,
gözetecek bir koca modeli oluşturur ve tüm genç kızlık dönemini onu bulmak için
geçirir. Oysa Kuran'da bize bildirildiğine göre, insana rızık veren,
koruyup-kollayan, kendisinden yardım umulmaya layık olan, ancak ve ancak
Allah'tır.
Bu mantık
içinde evlilik, iki insanın birbirine olan sevgisini ifade etmenin meşru bir
aracı olmaktan çıkar ve sık sık ifade edildiği gibi bir "müessese"ye
dönüşür. Evlilik döneminde de bu "ticari" sözleşmeyi başarıyla
tamamlamış olmanın heyecan ve mutluluğu yaşanacaktır. Ancak çok kısa bir süre
sonra ortaya çıkan sevgisizlik, saygısızlık ve davranış bozuklukları
insanlarda, bir yerlerde yanlış yaptıkları hissini ortaya çıkartacaktır. Ne var
ki, Allah'a yönelip Kuran ahlakıyla davranılmadığı müddetçe, buradan geriye
dönüş genelde yoktur. Olsa bile, bu bir çözüm getirmeyecektir. Çünkü evlilikten
geriye dönüş de, aynen evlilik gibi, adamlık dininin gerekleri uygulanarak
yerine getirilecek, bundan sonraki hayat da adamlık dininin gereklerine uygun
olarak sürdürülecektir.
Eğer bir
hata aranacaksa bunu, tek tek olaylarda değil, bütün bu olayların temelinde yer
alan ve tüm bu çarpık sistemin üzerinde yükseldiği ve insanları her durumda
mutsuzluğa, hüsrana ve kayba sürükleyen batıl felsefede yani, "adamlık
dini"nin kendisinde aramak gereklidir.
ADAMLIK DİNİNDE EVLİLİK PSİKOLOJİSİ
(SAYIN ADNAN OKTAR'IN KAÇKAR TV'DEKİ CANLI RÖPORTAJI (29
Ocak 2009))
ADNAN
OKTAR: Mesela kadın evleneceği vakit aradığı kıstaslar oluyor.
Önce parası, birinci derecede parası. Sonra tahsili, sonra iyi bir mevkide
olması, arabası, yazlığının olması gibi, yani kat kat gelişen özellikleri
arıyorlar. Şimdi bunu aradığında, o zaman Allah’ın ona verdiği tutkuyu
kullanamaz insan. O zaman da o evin ona hiç bir faydası olmaz. Ev sadece ona
han gibi bomboş bir yer gibi gelir. Hiçbir etkisi olmaz. Arabası da sadece onu
bir yerden bir yere götüren teneke yığını, bir metal yığını gibi olur. Bunlar
Allah sevgisi ve Allah tutkusuyla bir anlam kazanacak şeylerdir. Dolayısıyla
Peygamber Efendimiz (sav) diyor, malı için evlenen malından mahrum olur,
güzelliği için evlenen güzelliğinden mahrum olur diyor. Bir gün grip nezle
olur, güzelliği bir anda gider, tiksinebilir, insan hiç ummadığı şeyden bile tiksinir.
Mesela onun bir aciz halini görür iğrenir ve bir daha ondan kurtulamaz.
… Para o
tip insanlarda bilakis bunalım meydana getirir, çünkü parayı muhafaza etmek
için daha fazla tedbir alması lazımdır. Mesela çeklerim ödenmedi diyor, onun
için canı yanıyor, parayı bankaya koyuyor ya banka da iflas ederse ne yapacağız
diyor, yastığın altına koyuyor yine olmuyor, küpe koyuyor ya küpü bulurlarsa
diyor. Yani çok canını yakar, çok huzursuz olur. Ancak Allah aşkıyla insan
huzur bulabilir, tevekküllü ve rahat olabilir. Yani para arttıkça şahısların
birçoğunda huzursuzluk ve acı da artar. Bunu dışarıda da, dış alemde de
görüyoruz birçok vakalar vardır, tek tek örnekler vermek istemiyorum, ama
insanlar bunu etraflarında çokça görürler.
Adamlık Dininde
"Kadınlık"
Psikolojisi
Adamlık dininin topluma
aşıladığı en önemli telkinlerden biri de, insanlara kadın veya erkek olmalarına
göre, yine bu dinin saptadığı birtakım farklı ve garip kişilik ve ruh
yapılarını benimsetmesidir. Oysa müminler arasında karakter cinsiyete göre
değişmez. Tek ve ortak olan ideal mümin ruhu vardır. Adamlık dininde ise,
kişinin karakteri kadın ya da erkek olmasına göre suni bir yönlendirme ve
toplumsal telkinle değişir.
Kadınlar,
adamlık dini toplumu tarafından üretilen güçlü bir telkinin sonucu olarak
oldukça zayıf bir karakter ve beceriksiz bir tavır kazanmışlardır. Cesaret,
akıl, kararlılık, çeviklik, zeka, beceri, sıkıntı ve zorluklara karşı
dayanıklılık gibi vasıflar adamlık dininin kadına tahsis ettiği rolde yeri
olmayan, olsa bile her zaman silik ve eksik kalan özelliklerdendir. Bütün bu
özelliklerin erkekte bulunması gerektiğine dair hem erkeklerde hem de
kadınlarda ön yargılı bir kabullenme vardır. Kıskançlık, kapris, şikayet,
acizlik, duygusallık gibi unsurlar ise hep kadınlığın göstergeleri olarak
tanımlanmıştır.
Adamlık
dini, kadın ruhunu kadınlara acizlik, akılsızlık, cahillik, saflık ve
beceriksizlik olarak yaşatır. Kadın bu dinin çarpık kuralları doğrultusunda bu
görünümün içine girme ve bu ruhu yaşama zorunluluğunu ister istemez kabul eder.
Kendisine tayin edilen bu ruh hali onda bütün tavır ve davranışlarıyla farklı
bir kişilik meydana getirir. Bu ruhsal ve psikolojik zaafların, eksikliklerin
onun kadın olmasının bir gereği olduğu ve bunun doğal olduğu yanılgısı bilinç
altına işlenmiştir. Toplumun kendisine biçtiği akılsızlık, cehalet,
beceriksizlik rolünü benimseyen kadın, zamanla gerçekten akılsız, beceriksiz ve
cahil bir hale gelir.
Bu batıl
dinin saptadığı anlayışa göre kadının ön plana çıkması gereken yönleri, ancak
onu "dişi" yapan özellikleridir. Aklın ve ahlak güzelliğinin yerine
yüz ve vücut güzelliği, alımlı olması, bakımı, duygusallığı gibi...
Kendilerinin toplumun en kültürlü, en çağdaş kesimine ait olduğunu sananlar
bile bu kurala riayet ederler.
Bu çirkin
mantıklar üzerine adamlık dininin kendine özgü çarpık görgü ve ahlak kuralları
da bina edilir.
Adamlık
dininin kadınlar için belirlediği özelliklerin başında "düşünmemek"
gelir. Bu nedenle bu batıl inancı benimsemiş bir kadın genellikle zihnini
hiçbir konuda çalıştırma gereği duymaz. Başkalarının düşüncelerinden istifade
ederek yaşar. Hiçbir konuya çözüm getirmez, önüne sunulan çözümleri uygular.
Örneğin eğer ailesi ekonomik olarak zor duruma düşmüşse çözümü kocasına
bırakır. Kendisi ise hangi işin kendilerine daha faydalı olacağı, geçimlerini
sağlayabilmek için nasıl bir yol izlemeleri gerektiği gibi konularda hiçbir
alternatif getirmez. Sadece eşini eve para getirmemekle suçlayarak, kendisini
bu konunun tamamen dışında görür.
Adamlık
dinindeki kadın karakterinin bir diğer özelliği de "gelişmeye ve
ilerlemeye kapalı olması"dır. Bu nedenle birçok kadın kültür, görgü,
yetenek, tecrübe birikimini artırmak için çaba sarf etmeye gerek duymaz.
Dolayısıyla da genellikle bilimsel gelişmeleri, teknolojiyi, ekonomiyi,
siyaseti takip etmez. Tek ilgili alanı fiziksel görünümü veya sadece kendi
mesleği ile ilgili konulardan ibaret kalır.
Hatta
adamlık dininde inanç bile kadına hazır olarak sunulur. Evleneceği kişinin
inancı ne yöndeyse kendisini ona göre şekillendirir. Eğer evleneceği kişi
dindar biriyse dinle ilgilenmeye başlar, eğer evleneceği kişi iman etmiyorsa
veya Allah'ın emirleri konusunda gevşek davranıyorsa, kadın da vicdanen
Allah'ın varlığını bilse bile eşi gibi yaşamaya başlar. Evleneceği kişinin
mantık örgüsünü, hayata bakış açısını, zevklerini, dünya görüşünü, değer
yargılarını hazır model olarak tümüyle benimser ve buna göre yaşamına devam
eder. Bu nedenle adamlık dinini yaşayan çoğu kadının kendisine ait bir
"doğru-yanlış" anlayışı olmaz. Ya eşininkileri, ya erkek arkadaşlarını
ya da anne babasının değer yargılarını benimseyerek kendisine bir yol belirler.
Bu şeytani
dini yaşayan kadınların hayatlarını sürdürebilmeleri için mutlaka desteğe ve
korunmaya ihtiyaçları vardır. Nitekim çoğunlukla çevrelerindeki zayıf, çaresiz
kalmış insanları koruyan, onların hakkını savunan ve onlar adına mücadele eden
bir kişilik göstermezler. Kimseyi korumaz ama kendisi korunur, kimseyle
ilgilenmez, ancak onunla ilgilenilir, kimse adına mücadele etmez ancak onun
rahatı adına mücadele edenler olur.
Korkaklık
da bu batıl dinin kadın karakterinin bir parçasıdır. Birçok kadın aslında hiç
korkmadığı durumlarda bile sırf korku dolu bir tepki vermesi gerektiğine
inandığı için çığlık atar, abartılı hareketlerle yüzünü kapar veya
heyecanlanmış gibi görünür. Örneğin korku filmine giden bir kadın, filmden hiç
etkilenmediği halde çok korkmuş gibi yapabilir. Gerçekte korkulacak bir yönü
olmayan, bir çocuğun bile cesaretle karşılayabileceği olaylar karşısında
çığlıklar atabilir, ani ve sivri tepkiler verebilir. Çünkü cahiliye toplumunda
korkunun kadına yakıştığı veya kadın olmanın bir gereği olduğu inancı vardır.
Halbuki Allah'tan başka korkulacak hiçbir varlık ya da olay yoktur. Bu gerçeğin
farkına varmak ve (fiziksel reflekslerin dışında) kalben uygulamak tüm
insanların üzerinde bir sorumluluktur.
Cahiliye
toplumunun kadın için belirlediği bu karakterin bir diğer özelliği, daha önce
de belirttiğimiz gibi yeteneksizliktir. Birçok kadın küçüklükten itibaren
yeteneksiz olduğu inancıyla yetiştirilir. Bu nedenle de el becerisi zayıf olur
ve hiçbir şekilde bu konuda kendisini geliştirme gereği duymaz. Örneğin adamlık
dininde, bir kadının bozulan bir elektronik aletin nasıl tamir edileceğini
öğrenememesi veya karmaşık bir aletin nasıl çalıştırılacağını anlayamaması son
derece doğal görülür. Ya da patlayan bir lastiği değiştirememesi, el beceresi
gerektiren birçok işte başarılı olamaması da makul karşılanır. Halbuki bu
tümüyle adamlık dininin kadınlar üzerine yakıştırdığı yapay bir özelliktir.
Birçok kadın aslında son derece becerikli ve pratik olabilecekken sadece bu
telkinle kendisini yeteneksiz olduğuna inandırdığı için bu tip işleri
beceremez. Tabii ki fiziki gücünü aşan işleri yapmaması doğaldır ama bunun
dışında kalanlar tümüyle aldığı telkinin bir neticesidir.
Adamlık
dininin kadına bakış açısı son derece küçük düşürücüdür. Çünkü adamlık dininde
kadın küçüklükten itibaren "iyi yemek yapmayı öğrenmezsen, dağınık olursan
okumazsan kimseyle evlenemezsin, görünümüne dikkat edeceksin ki evde
kalmayasın" gibi telkinlerle büyütülür. Aileler kızlarını özel okullara
gönderirken, görgü öğretirken, kitap okumasını, bir müzik aleti çalmasını veya
sanatla ilgilenmesini tavsiye ederken tek düşündükleri, iyi bir evlilik
yapmasıdır. Bu nedenle küçüklükten itibaren kendisini bu gözle görmeye alışmış
bir genç kız büyüdüğünde de mutlaka tüm özelliklerinin maddi olarak
karşılanmasını ister. Bu nedenle para her zaman bu tip kadınlar için birinci
dereceden önemli olur. Sahip oldukları özellikleri maddi olarak
karşılayamayacak birisiyle asla birlikte olmak istemezler. Böyle bir
birliktelikte kendi tabirleriyle "harcandıklarını" düşünürler. Bu
nedenle eğer adamlık dinini yaşayan bir kadının eşi yeterli maaş alamıyorsa bu
mutlaka bir kavga konusu olur. Kendisine iyi bakamadığı, istese başka biriyle
de birlikte olabilecekken onunla evlendiği, böyle biriyle evlenerek göz göre
göre hayatını mahvettiği gibi sözlerle değerinin iyi verilemediğini ifade eder.
Bu nedenle adamlık dini evliliklerinde "para" konusu mutlaka bir
problemdir.
Kuran'da
cahiliye kadın karakterinin "entrikacı ve plancı" olduğundan da
birçok ayette bahsedilmektedir. Hz. Yusuf'u entrikalarıyla hapse attıran
kadının yaptıkları üzerine indirilen bir ayette din ahlakından uzak yaşayan
kadınların bu yönüne şöyle dikkat çekilmektedir:
Onun gömleğinin arkadan
çekilip-yırtıldığını gördüğü zaman (kocası): "Doğrusu, bu sizin
düzeninizden (biri)dir. Gerçekten sizin düzeniniz büyüktür" dedi."
(Yusuf Suresi, 28)
Toplum
içinde de bilinen tabiriyle "kadın entrikası", karşıdaki insanı
aldatmaya ve ikiyüzlülüğe dayalıdır. Ancak adamlık dini, kadın entrikasını
meşru hale getiren bir model oluşturmuştur. Örneğin erkeği yumuşatmak için
kadının kendisine saf, masum bir görünüm vermeye çalışması ya da yaptırmak
istediği bir şey olduğunda gözleri dolarak ağlamaya başlaması… Kıskandığı bir
kadın hakkında alttan alta kötü propaganda yapması, övüyormuş gibi yapıp
aslında yermesi gibi… Karşı tarafın üzerine düşmesi ve dolayısıyla kendisini
değerli göstermek için soğuk ve ilgisiz bir tavır içine girmesi, kendisi
istemediği halde aranıyormuş veya ilgileniliyormuş gibi görünmeye çalışması,
özellikle telefonla aramaması, hal hatır sormaması, neşeli ve konuşkan olmaması
gibi taktikler de adamlık dininin kadın entrikalarıdır. Bir genç kızın erkek
arkadaşını kıskandırmak için diğer erkek arkadaşlarıyla daha sık görüşmeye
başlaması, çevresindeki erkeklere karşı daha ilgili bir tavır içine girmesi,
hiç ilgilenmediği bir insanla ilgileniyormuş havası vermesi, çocukluktan
öğrendiği bu "kadın entrikalarının" bir parçasıdır.
Adamlık
dininin kadın karakteri temelde sinsilik üzerine kuruludur. Bu nedenle bu inanç
içinde yetiştirilmiş bir kadın, dışarıya gözü yaşlı, masum, yumuşak bir insan
görünümü verirken içte çok zalim bir yapı barındırabilir. Örneğin maddi olarak
güç durumda olan eşinden tatil parası alabilmek için gözyaşlarına boğulabilir.
Veya pahalı bir kıyafet alabilmek için kapris yapabilir, kavga çıkartabilir.
Dıştan çok hassas bir insan gibi görünürken, aslında zor durumda olan bir
insana sırf kendi çıkarı ve rahatı için bir kat daha yük yükleyerek son derece
zalim bir tavır gösterir.
Adamlık
dininde kadınların birbirleriyle işbirliği yaparak kocalarını nasıl idare
edebileceklerine yönelik planlar kurmalarına da çok sık rastlayabilirsiniz.
Halbuki bu tümüyle şeytanın yönlendirilmesiyle yapılan bir tavır bozukluğudur.
Birbirlerinden aldıkları taktiklerle eşlerini belirli konularda idare etmeye
yönelik bir politika belirlerler. Bu konuda birbirlerine tavsiyelerde
bulunurlar. Örneğin "akşam en sevdiği yemeği hazırla, güler yüzlü ol,
sevdiği bir programı seyrederken alacağın kıyafetin parasını söyle",
"önce bir çay ikram et, sigarasını yak, havadan sudan sohbet et, sinirleri
yatıştıktan sonra konuyu açarsın" gibi tavsiyeler kadınların kocalarının
gıyabında belirlediği taktiklerdir. Veya "kıskandırmak istiyorsan süslenip
sokağa çık ve geç gel", "üzerine düşmesini istiyorsan fazla yüz
verme", "ne kadar ilgili davranırsan o kadar çabuk soğur,
unutma" gibi samimiyetsiz tavsiyeler kadınların birbirlerine öğrettiği entrikalar
arasındadır.
Halbuki
adamlık dini, insanları fiziksel özelliklerine, farklılıklarına göre ayrı ruh
yapıları ve psikolojiler taşımaya iterken, Kuran'da tarif edilen din, bunun tam
tersine, insanları cinsiyet farkı gözetmeksizin tek ve mükemmel bir ruh haline,
ideal bir kişilik yapısına, üstün bir ahlak anlayışına yöneltir. Kadınlara
ayrı, erkeklere ayrı olarak ön görülen farklı ahlaki ve psikolojik modeller
Allah'ın dininde yer almaz. Kuran'da iman eden erkekler ve iman eden kadınların
-adamlık dininin tam tersine- tek, ortak ve ideal olan mümin ahlakına ve
karakterine sahip olduklarını bildirilir:
Şüphesiz, Müslüman erkekler
ve Müslüman kadınlar, mümin erkekler ve mümin kadınlar, gönülden (Allah'a)
itaat eden erkekler ve gönülden (Allah'a) itaat eden kadınlar, sadık olan
erkekler ve sadık olan kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar,
saygıyla (Allah'tan) korkan erkekler ve saygıyla (Allah'tan) korkan kadınlar,
sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan
kadınlar, ırzlarını koruyan erkekler ve (ırzlarını) koruyan kadınlar, Allah'ı
çokça zikreden erkekler ve (Allah'ı çokça) zikreden kadınlar; (işte) bunlar
için Allah bir bağışlanma ve büyük bir ecir hazırlamıştır. (Ahzab Suresi, 35)
Mümin erkekler ve mümin
kadınlar birbirlerinin velileridirler. İyiliği emreder, kötülükten
sakındırırlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekatı verirler ve Allah'a ve
Resulü'ne itaat ederler. İşte Allah'ın kendilerine rahmet edeceği bunlardır.
Şüphesiz, Allah, üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir. (Tevbe Suresi,
71)
Yukarıda
da belirttiğimiz gibi, elbette ki kadınlarla erkekler arasında, fiziksel
farklılıklardan doğan birtakım toplumsal iş bölümü, sorumluluk paylaşımı gibi
düzenlemeler olabilir. Ancak bu düzenlemelerden kastettiğimiz herkesin anladığı
gibi -ve aslında tamamen adamlık dininin bir telkininden ibaret olan- kadının
yemek yapıp çamaşır, bulaşık yıkaması, vs. türünden beylik ayrımlar değildir.
Zira İslam'ın bu konularda kadına yüklediği özel bir sorumluluk yoktur. Allah
kadınla erkek arasında bir ayrım olmadığına şöyle dikkat çekmiştir:
Nitekim Rableri onlara
(dualarını kabul ederek) cevap verdi: "Şüphesiz Ben, erkek olsun, kadın
olsun, sizden bir işte bulunanın işini boşa çıkarmam. Sizin kiminiz
kiminizdendir. İşte, hicret edenlerin, yurtlarından sürülüp-çıkarılanların ve
yolumda işkence görenlerin, çarpışıp öldürülenlerin, mutlaka kötülüklerini
örteceğim ve onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacağım. (Bu,)
Allah Katından bir karşılık (sevap)tır. (O) Allah, karşılığın (sevabın) en
güzeli O'nun Katındadır." (Al-i İmran Suresi, 195)
Sonuç
olarak erkek ve kadının her türlü işi, kendi aralarında anlaşarak organize
etmeleri en akılcı çözüm olacaktır.
Bunun
dışında, kadınların ağır işlerde, onların fiziksel güç ve kapasitelerini aşan
iş kollarında çalışmaları özel bir zorunluluk olmadıkça tabii ki uygun
değildir. Ancak bunu kadınların aciz, yardıma muhtaç, eksik varlıklar olduğu
şeklinde yorumlayarak, onların bu tür bir ruh haline bürünmelerini telkin
etmek, tamamen Kuran dışı bir zihniyetin ürünüdür. Bu da adamlık dininin
zihniyetidir ve fiziksel yönden daha narin yaratılmış olan kadının karakterinin
de zayıf olması gerektiğine yönelik dolaylı ya da dolaysız pek çok telkini
içinde barındırır. Oysa kadın ve erkek arasında fiziki yapılarından kaynaklanan
kas gücü farklılığının dışında başka bir fark yoktur. Kadın da erkek de Allah
Katında aynı sorumluluğa sahiptir ve sorguya çekilecektir.
Adamlık
dininin kadınlara sunduğu bu "acizlik modeli", son derece normal, sağlıklı,
akılcı ve tutarlı hareket edebilecek bir kadını zavallı konumuna düşürür. Bu
acizlik yavaş yavaş karaktere işler.
Bu nedenle
adamlık dini kadını, mümin kadınlara özgü asil, şahsiyetli ve akıllı tavır ve
görünümden son derece uzaktır. Bu dinin şekillendirdiği kadın karakteri,
Kuran'da, mümin kadın ve mümin erkeğin kaçınması gereken, şahsiyet bozukluğu ve
anormallik olarak tanıtılan hemen hemen bütün tavırları içinde barındırır.
KOKONA
KARAKTERİ
Okuduğunuz
kitaplarda, dost sohbetlerinde veya okulda "kokona" tabirini mutlaka
duymuşsunuzdur. Belirli bir insan modelini tarif etmek için kullanılan bu
ifade, aslında adamlık dininin önemli karakter çeşitlerinden biridir. Bütün
özellikleri din ahlakına ters olmasına rağmen, halk arasında çok yaygın kabul
görmüş ve hatta kimi çevrelerce saygın kabul edilmiştir. Bu kabulün sebebi
belki de bu karakterin bütün olumsuz yönlerinin, akılcı ve mantıklı bir
şekilde, Kuran ahlakı ile kıyaslanarak tarif edilmemiş ve insanların gözleri
önüne serilmemiş olmasıdır. Ancak bu bölümde okuyacaklarınızla söz konusu
karakterin bütün çirkinliklerine şahit olacak ve karşınıza çıkan din ahlakından
uzak birçok insanın bu karakteri bütün kurallarıyla uyguladığını göreceksiniz.
Kokona
karakteri yapmacıklık üzerine kuruludur
Kokona karakterinin
en önemli özelliklerinden biri, bu karakteri taşıyan kişinin hiçbir zaman
gerçek ruh halini, kişiliğini kullanmamasıdır. Tüm hayatı yapmacıklık üzerine
kuruludur. Hiçbir zaman olaylara karşı samimi, doğal ve içinden geldiği gibi
tepki vermez. Sevgisini içinden geldiği gibi göstermez, kalbinden geçenleri
olduğu gibi söylemez, gerçek ruh halini belli edecek şekilde bakmaz veya
konuşmaz.
Yapmacıklık,
kokona karakterini taşıyan insanların ana özelliklerindendir. Bu yapmacıklığın
getirdiği sahtekar bir ruh hali içinde olurlar. Örneğin kokona karakteri
gösteren bir insan, hiç umursamadığı bir olay karşısında çok üzülmüş görünümüne
bürünebilir. İçinde hiçbir şey hissetmemesine rağmen cahiliye kıstaslarının bir
gereği olarak "vah vah", "ah canım, sonra ne oldu",
"görüyor musun sen şu işi" gibi ifadelerle dinlediği olayın kendisi
açısından ne kadar üzüntü verici olduğunu anlatmaya çalışabilir. Ancak bu
tepkiyi verirken sadece söylediği sözler değil, ses tonu, bakışları, yüz
ifadesi, el hareketleri hatta oturuş şekli bile yapmacıktır. 40 yıl boyunca
beraber olduğu ve bütün ömrünü beraber geçirdiği en yakın arkadaşına dahi
hayatı boyunca bir kere bile gerçek yüzünü göstermemiş, gerçek sesiyle
konuşmamış veya gerçek kişiliğini yansıtmamış olabilir.
Kokona karakteri
taşıyan kişi, hiçbir zaman hiçbir insana karşı gerçek sevgi duymaz ve
göstermez. Çünkü bu karakterde yapmacıklığın yanı sıra bencillik hakimdir. Bu
karaktere sahip bir insanın hayatta en çok sevdiği kişi kendisidir. Herkesten
çok kendisini beğenir. Herkesten daha akıllı ve kültürlü olduğunu düşünür.
Hayatta kendisinden daha çok değer verdiği kimse yoktur. Çocukları, kocası veya
anne ve babası da dahil olmak üzere… Bu nedenle kimseyi içinden gelerek, içli
ve samimi bir sevgiyle sevemez. Dolayısıyla sevgi gösterileri de çok
yapmacıktır. Örneğin hiçbir zaman karşısındaki kişiye içinden geldiği gibi
sarılamaz, iltifat edemez, onun güzel yönlerini görüp dile getiremez.
İltifatları her zaman gösterişe dayalıdır ve sahtedir. Bu karakterdeki insanlar
genellikle sadece karşısındaki kişinin güzel bir kıyafetini över, nereden
aldığını veya kaça aldığını sorar. Ya da saç modelini beğenir, nerede
yaptırdığını öğrenmeye çalışır. Bir mücevher dikkatini çeker, buna iltifat
eder. Ancak hiçbir zaman karşısındakinin ahlakına veya görünümüne yönelik güzel
özellikleri övmez. Örneğin tevazuyu, merhameti, sabrı, vicdanı, Allah
korkusunu, cesareti, cömertliği dile getirmez. İnsanların fiziksel
güzelliklerini de ön plana çıkarmak istemez. Bu nedenle sevgi göstermeyi ve
gönül almayı bilmez.
Bu
karakteri yaşayan kişinin her zaman iki yüzü, iki ses tonu, iki kişiliği
vardır. Bunlardan biri kendisine ait olan diğeri ise dışarıya gösterdiğidir.
Örneğin hiçbir zaman kalbinden geçenleri karşısındakine anında söyleyecek bir
dürüstlüğe sahip değildir. Bir insanı sevmese bile, ona karşı yapmacık sevgi
gösterilerinde bulunabilir. Cahil bulduğu bir insana, sahtekarca, ne kadar
kültürlü olduğunu anlatabilir, hiç beğenmediği bir kıyafete övgüler
yağdırabilir. Bu nedenle kokona karakteri gösteren insanların sözüne genellikle
güven duyulmaz. Fikrine danışılmaz çünkü mutlaka gerçek fikrini gizleyeceği ve
ortama en uygun bulduğu sözü söyleyeceği düşünülür. Böyle bir karakterdeki
kişinin neşesi de doğal ve samimi değildir. Gerçekten keyif aldığı, ruhen zevk
aldığı veya sevindiği için değil, gülmesi gerektiğini düşündüğü için güler.
Kalbinde sıkıntı ve azap yaşarken yüzünde gülümseme olur. Hiç zevk almadığı
insanların yanında, çok sıkıldığı ortamlarda bile -eğer çıkarı bunu
gerektiriyorsa- neşeli görünümünden taviz vermez. Gururuna ağır gelen bir
durumda, aşağılandığını hissettiği bir anda veya insanların kendisine değer
vermediği ortamlarda dahi suni kahkahalar atabilir.
ADAMLIK DİNİNDE KOKONA KARAKTERİ
(SAYIN ADNAN OKTAR'IN TEMPO TV RÖPORTAJI, 31 MART 2009)
ADNAN
OKTAR: Ahir zamanda sokaklarda da görüyorsunuz böyle kokoş,
dinsiz, saldırgan, eprimiş etli kadınlar türedi. Ağzından nefret saçılan,
gözlerinden nefret saçılan, saldırgan, küstah her şeyde bir kötülük arayan,
fitne arayan, içindeki sevgi kurumuş, muhabbet kurumuş, yok olmuş insanlar.
Böyle kirli oksit sarı insanlar... Yani bunların genel özelliği dinsiz, ateist
olmaları, cahil oldukları halde dine, İslam’a, Kuran’a karşı nefret ve kinle
yaklaşmaları. Kendi aralarında da birbirlerine düşman olmaları. Çok dedikoducu,
kindar ve pis olmaları. Bu insanlar Kuran’da kirli görülen, kötü görülen kadın
güruhudur. Böyle nefret dolu, halk arasında kokoş tabir edilen, saldırgan yaşlı
horozlara benzeyen, sinirli etleri, kirli tırnaklarıyla falan adeta cadıyı
andıran tipler oluyor. Bunlar gece gündüz fitne peşinde olurlar. Nerede bir
iyilik varsa onu bozmaya çalışırlar ve deli enerjisi oluyor bu insanlarda. En
ağır hastalığa yakalansa bile gece gündüz İslam’a saldırır, Müslümanlara
saldırır. Nerede iyi bir şey varsa gelip onları bozmaya çalışır. Yani böyle
cadı tıynetli, fitneci kadın tipi. İşte bunlardan Allah’a sığınılıyor.
Bunların, düğümlere üfürmesi odur, yani bunların yaptıkları büyü denen şey kötü
sözün tekrarıdır aynı zamanda. Kötü sözleri çok tekrar eder bunlar. Kötülük
peşinde koşarlar ve kötülüğün yayılması için gayret ederler. Ahir zamanın
büyücüleridir bunlar.
(SAYIN ADNAN OKTAR'IN KAÇKAR TV'DEKİ CANLI RÖPORTAJI, 22
Ocak 2009)
ADNAN
OKTAR: Genellikle öyle bilinir, ama bazı insanlar var hakikaten
öyle. Mesela tırnağı dört kat oje oluyor, saçını yaptırıyor bir hafta on gün
saçı o şekilde geziyor. Mesela fanilasını değiştirmiyor, haftalarca duruyor,
ama çok şık giyindiği kanaatinde, çok çok güzel giyindiği kanaatinde oluyor.
Mesela küpeleri paslanmış artık onlar kulağında enfeksiyon meydana getiriyor,
onlarla böyle gurur ve kibirle salınarak gidiyor, zannediyorum onlara diyorlar
kokana diye.
(SAYIN ADNAN OKTAR'IN AKS RÖPORTAJI, 14 NISAN 2009)
ADNAN
OKTAR: Mesela, kadınlarda da ben görüyorum, normalde, 50 yaşında
60 yaşında kadınlar çok hoş ve güzel olurlar, imanlı kadın. Ama bakıyorum
kokana ahlaklı tipler türedi son zamanlarda. Tiksinti verici, saldırgan.
İguana’ya benziyorlar. İnsan ürküyor. Bakışlarından ürküyor, nefret dolu. Ne
konuşsa ya dedikodu ya fitne ya iftira ya saldırganlık. Kardeşim hiç mi ruhunda
sevgiden bir ışık yok? Bir çiçeği sev, insana karşı bir muhabbet duy. Bir
kediye karşı, bir insana karşı şefkat duy. Dostun, ahbabın olsun. Herkesten
nefret ediyor. Çocuğuyla kavgalı, kocasıyla kavgalı, annesine babasına
saldırıyor. Komşularına karşı saldırgan. Böyle insanlar türedi, bu da çok kötü
tabi.
Kokona karakterini
yaşayan insanlar temizliğe önem vermezler
Bu
insanlar dıştan bakıldığında oldukça bakımlı görünürler. Çünkü gösteriş kokona
karakterinde çok önemli bir yere sahiptir. Ancak her konuda olduğu gibi
temizlik konusunda da sadece gösterişe yönelik bir anlayış hakim olduğu için bu
insanlar, kimsenin görmediği yerde son derece sefil bir hayat yaşarlar. Bu
karaktere sahip bir insan için temizlik sadece dışarıdaki insanların takdirini
kazanmak için yapılan külfetli bir iştir. Dolayısıyla bu zihniyete göre, kimse
olmadığında temiz olmanın gerekçesi de ortadan kalkmış olur.
Örneğin
kokona karakteri taşıyan kişilerin evlerinde genellikle sadece misafirlerin
oturduğu odanın temizliğine dikkat edilir. Ancak bu odanın da sadece görünen
yerlerini temizlerler. Koltuklara ilk bakıldığında son derece temiz görünür
ancak koltukların arka kısımlarının ya da alt kısımlarının büyük bir ihtimalle
aylardır silinmemiş olduğunu, her yeri toz kapladığını görebilirsiniz.
Kalorifer kapakları temizdir ancak bu kapakları çıkardığınızda ortaya çıkan
manzara son derece ilkeldir. Bu karakterdeki kişilerin evlerinde belki de
yıllardır dokunulmamış yerler vardır. Eski eşyaların durduğu dolaplar,
halıların altları, banyoların duvarları gibi detayda kalan yerler çoğunlukla
mikrop barındıran kirli bölümlerdir.
Ancak
herşeyden önemlisi bu insanların kişisel temizlikleri konusunda gösterdikleri
umursamazlıktır. Kokona karakterindeki kişinin en belirgin yönlerinden biri
kirli ve günlerce yıkanmamış bedeni üzerine yoğun parfüm sıkarak kirini örtmeye
çalışmasıdır. Dışarıdan bakıldığında güzel ve pahalı parfüm kokularıyla dolaşan
bu insanlar çoğunlukla günlerce su yüzü görmemiş olurlar. Berbere gittikten
sonra bir daha para vermemek ve saçlarının bozulmasını engellemek amacıyla çok
uzun zaman yıkamadan saçlarını muhafaza ederler. Bir yere giderken sadece
görünür yerlerini temizler ancak elbisenin altında kalan yerlerin bakımına asla
önem vermezler. Bu nedenle genellikle sürekli bakteri ve mikroplardan
kaynaklanan enfeksiyonlara yakalanır ancak çoğunlukla bunun bile farkına
varmadan yıllarca bu hastalıklarla birlikte yaşarlar. İkram ettikleri
yemeklerin temizliğine önem vermez, yaptıkları yemekleri genellikle iyi
yıkanmamış sebzeler, eskiden kalma yağlar, bayatlarıyla tazeleri karıştırılmış
malzemelerle ucuza mal etmeye çalışarak yaparlar. Çıkarları için karşı tarafın
sağlığını tehlikeye atmaktan hiçbir şekilde çekinmezler. Hatta temizliğe önem
vermeden yaptıkları bu yemeklerin insanların sağlığına zarar verebileceğini
bile akıllarına getirmezler. Çünkü kokona karakterindeki kişi artık bir müddet
sonra pis yaşamaya alışır ve bunu doğal hayat olarak kabul eder.
Tüm bunlar
kokona karakterinin dinsizlik sistemi üzerine kurulu olmasından
kaynaklanmaktadır. Bu nedenle vicdan kullanmaz ve mecbur kalmadıkları sürece
Allah'ın emrettiği gibi temiz, fedakar veya ince düşünceli olmazlar.
Dine karşı
sapkın bakış açıları
Kokona
karakterinde din, Kuran'da tarif edilen şeklinden çok farklı olarak algılanır.
Bu karakterdeki birçok kişinin sapkın bakış açısına göre dini inanç, kişinin
Allah'a olan bağlılığından değil, topluma kabul edilme arzusundan kaynaklanır.
Diğer bir deyişle belirli bir ölçüde dindar olmak, toplumun genel bir kaidesi
olarak yerine getirilmesi gereken bir yaşam kuralıdır bu sapkın mantığa sahip
olan insanlar için. Bu nedenle kokona karakterli kişi, dindarlığı da kendi
düşük aklınca bir gösteriş unsuru olarak kullanır. Bazı zamanlarda Allah'ı
zikreder, Allah'a inandığını, Kuran'ı kabul ettiğini söyler ancak dinin
gerektirdiği güzel ahlakı ve yaşam şeklini benimsemez. Allah böyle insanların
varlığını, Kuran'da Maun Suresi ile bildirmiştir. Ayetlerde Allah şöyle buyurmaktadır:
Dini yalanlayanı gördün mü?
İşte yetimi itip-kakan; Yoksulu doyurmayı teşvik etmeyen odur. İşte (şu) namaz
kılanların vay haline, Ki onlar, namazlarında yanılgıdadırlar, Onlar gösteriş
yapmaktadırlar. Ve 'ufacık bir yardımı (veya zekatı) da engellemektedirler.
(Maun Suresi, 1-7)
Bu
karakterin kendisine has, Kuran'dan tamamen uzak, sapkın bir din anlayışı
vardır. Bu karakterdeki insanlar, dindar olduklarını söyleseler de haramlar ve
helaller konusunda son derece gevşektir. Allah'tan gereği gibi, içleri
titreyerek korkmazlar. Bu nedenle, dinin kendilerince kolay olan hükümlerini
uygulayıp, kendilerine zor gelen veya çıkarlarına uygun düşmeyen hükümlerini
görmezden gelirler. Örneğin namazın bir vaktini kılar ancak günün diğer
bölümlerinde eğer bir partiye davetlilerse veya uykuları varsa ya da alışverişe
çıkmaları gerekiyorsa kolaylıkla yeni bir hüküm çıkararak, "hepsini kılmak
gerekmiyor bir vakit kılmak yeterli" diyebilirler. Elbette bu, son derece
sapkın, Kuran'a da sünnete de uygun olmayan bir bakış açısıdır. Ya da
"benim niyetim önemli ne yaptığım değil" gibi yanlış bir karara
varabilirler. Oysa Allah Kuran'da bunun doğru olmadığını da bizlere
bildirmiştir.
Bu sapkın
bakış açısında, din sadece belirli günlerde, belirli kişilerin yanında veya
belirli olaylar esnasında gündeme gelir. Örneğin cenaze törenleri veya
mevlütler kokona karakterli insanların dini gündeme getirdikleri yer ve
olaylardır. Çünkü bu tip durumlar, onlar için sahte dindarlıklarını
gösterecekleri fırsatlardır. Ölen birinin arkasından dua okumak veya onun
ahiretiyle ilgili konu açmak çevrelerine dine verdikleri önemi göstermek
açısından önemlidir. Elbette tüm bunlar samimi niyetle yapılırsa güzel
davranışlardır, ancak kokona karakterindeki insanların farkı, ölen kişinin
ahiretiyle ilgili konuşurken ya da onun arkasından dua ederken Allah'ı unutmuş,
ölümü ve ahireti kendilerinden uzak görerek ve sadece çevredeki insanlara
gösteriş yapma amaçlı olmasıdır.
Nitekim
kokona karakterinin felsefesini yaşayanların birçoğu bu tip durumlarda başına ince
bir tülbent takar, siyah ağırlıklı olarak şık ve pahalı kıyafetler giyerek
cenazeye gider. Cenaze sahiplerinin gördüğü yerlerde yüze hüzünlü ve acıklı bir
ifade verilerek başsağlığı dilekleri iletilir. Ölen kişinin ecelinin
geldiğinden, geride kalanların sağ salim yaşamasından bahsedilir. Ancak tüm
bunlar yapılırken Allah'a karşı acizliğini hisseden, ölümün kendisi için de çok
yakın olabileceğini bilen ve hesap vermekten korkan bir insanın ruh hali
yaşanmaz. Aksine o anda cenaze töreni, şekli ve kuralları farklı olan bir
toplantı gibi algılanır. Şıklık yarışı, dedikodular burada da devam eder. Kim
gelmiş, kim ne giymiş, kim ne marka başörtüsü takmış, kimin gözlüğü ne
markaymış gibi konular akılda olur.
Kokona
karakterinin ruh haliyle dinin getirdiği ruh hali birbirine taban tabana
zıttır. Kokonalar, Allah'ı sık sık anıyor gibi görünebilirler. Özellikle kaza,
hastalık veya kendileri için önemli gördükleri olaylar anında. Ancak Allah'ın
her yeri sarıp kuşattığını, kendilerine her an hakim olduğunu, kadere tabi
olduklarını, hesap vereceklerini, dinin kendilerine sorumluluk
yüklediğini, Allah'ın azabını,
adaletini, gücünü çoğunlukla hiç düşünmezler. Belki de hayatları boyunca bu
konuları derinlemesine hiç düşünmemişlerdir. Genellikle Kuran'da emredilen ahlakı
bilmezler, bilseler de hiç uygulamazlar.
Kokona
karakterinin bu sapkın yönünü ortaya çıkarmak aslında çok kolaydır. Onlardan
sadece Allah rızası için bir fedakarlık yapmaları istense, bu çarpık
zihniyetleri büyük bir ihtimalle bütün açıklığıyla ortaya çıkacaktır. Çünkü
kokonalar Allah'ı razı etmek için en ufak bir zorluğa bile girmek istemezler.
Yaşam şekillerinden, lükslerinden, çevrelerinden feragat etmeyi göze alamazlar.
Örneğin eğer dinin bir hükmünü yerine getirirken çevrelerinden tepki alacaklarını
düşünürlerse, insanları Allah'ın rızasına tercih ederler. Özellikle din adına
zenginliklerinden, eğlencelerinden, gezmelerinden, kıyafet şekillerinden veya
alışkanlıklarından hiçbir zaman taviz vermezler. Oysa bu tutumları, kendilerini
değiştirip tevbe etmedikleri müddetçe, sadece dünyada değil, ahirette de
kendilerine büyük bir kayıp olarak dönecektir. Allah'ın rızasını kazanmak için
dünya hayatındayken en küçük bir çileden dahi kaçınan bir insan, ahirette büyük
bir pişmanlık yaşayacaktır.
Gerçek din
ahlakı, insanın tüm yaşamına ve ahlakına etki etmelidir. Allah'a inanan bir
insan hayatının tümünü, Allah'ın rızasına uygun olarak onun dinine tabi olarak
ve Kuran ahlakını uygulayarak yaşar. Allah'ın dinini, dünyevi çıkarlarına uygun
olup olmamasına göre asla değerlendirmez. Değerlendirdiğinde, o zaman bu gerçek
dindarlık olmaz. Bu nedenle kokona karakterinin dine sapkın bakış açısı,
İslam'ın ruhundan ve mantığından çok uzaktır. Oysa Allah ayetlerinde dinin yalnızca Allah'a
halis kılınması gerektiğini şöyle buyurmaktadır:
Şüphesiz, sana bu Kitabı hak
ile indirdik; öyleyse sen de dini yalnızca O'na halis kılarak Allah'a ibadet
et. Haberin olsun; halis (katıksız) olan din yalnızca Allah'ındır. O'ndan başka
veliler edinenler (şöyle derler:) "Biz, bunlara bizi Allah'a daha fazla
yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz." Elbette Allah, kendi aralarında
hakkında ihtilaf ettikleri şeylerden hüküm verecektir. Gerçekten Allah,
yalancı, kafir olan kimseyi hidayete erdirmez. (Zümer Suresi, 2-3)
De ki: "Ben dinimi
yalnızca O'na halis kılarak Allah'a ibadet ederim. Siz, O'nun dışında
dilediklerinize ibadet edin." De ki: "Gerçekten hüsrana uğrayanlar,
kıyamet günü hem kendilerini, hem yakınlarını hüsrana uğratanlardır. Haberiniz
olsun; bu apaçık olan hüsranın kendisidir." (Zümer Suresi, 14-15)
Öyleyse, dini yalnızca O'na
halis kılanlar olarak Allah'a dua (kulluk) edin; kafirler hoş görmese de.
(Mümin suresi, 14)
En zor
anlarda bile kokona karakterini terk etmezler
Kokona
karakterinin diğer bir özelliği, bu karakterin, kişinin bütün hayatına hakim
olmasıdır. Bu hakimiyet o kadar kuvvetlidir ki, kokonalar en zor anlarda bile
kendi kurallarından taviz vermezler. Yukarıdaki bölümde anlatılan cenaze konusu
bu duruma bir örnektir. Çünkü bu insanlar en yakın arkadaşlarının ölümlerinde,
hatta kendi eşlerinin veya çocuklarının ölümünde bile Kuran ahlakıyla taban
tabana zıt olan karakterlerini terk etmeye yanaşmazlar.
Bu çirkin
karaktere sahip olan insanlar düşünme yeteneklerini hiç kullanmadıkları için
Allah'ın büyüklüğünü ve kudretini tam anlamıyla anlayamazlar, bu nedenle de
Allah'tan korkmazlar. Dolayısıyla hemen hemen hiçbir olay onları derinden
etkilemez, samimi, içten davranmaya ve tevazuya yöneltmez. Yakın bir
arkadaşlarının çok tehlikeli bir hastalığa yakalanması, çocuklarının sakatlanması,
eşlerinin ölüm tehlikesi geçirmesi ve bunun gibi olaylar ruhlarında derin bir
etki meydana getirmez. Bu insanların durumundan asla ibret almazlar.
Kendilerinin de bir gün böyle bir olayla karşı karşıya geleceklerini düşünüp
ahlaklarını güzelleştirmeye, hatalarını düzeltmeye yanaşmazlar.
Kokona
karakterinin dayanamadığı ve temelden çöktüğü sadece tek bir olay vardır; kendi
ölümleri. Kokonaların hayatta en çok korktukları şey ölmektir. Ölümün
kendilerine gerçekten yaklaştığını hissettiklerinde ciddi bir korkuya
kapılırlar. Bu çirkin karakterlerini ancak o zaman terk eder ve samimi
yüzlerini ortaya çıkarırlar. Örneğin bir deprem anında duyulan panik kokona
karakterinin terk edilmesine sebep olabilir. Böyle bir anda bu karakteri
yaşayan bir insanın yüz ifadesi, ses tonu, tavırları ve Allah'ı zikrediş şekli
birdenbire değişir. Acizliğini bilen, tevazulu, korku dolu, samimi ve içten bir
şekil alır. Ancak deprem sona erdiği anda bu etki birden yok olur ve kokona
karakteri aynen geri döner. Çünkü burada karakterin bir anlık da olsa
değişmesini sağlayan güç, Allah korkusu değil, ölüm korkusudur. Ölüm tehlikesi
geçtiği anda, bu karakter de bütün çirkinliğiyle tekrar ortaya çıkar.
Kokona
karakteri ağırlık, beceriksizlik ve cahillik meydana getirir
Kokonalar
genellikle eli hiçbir işe yatkın olmayan, hiçbir konuda beceri gösteremeyen,
cahil insanlar olurlar. Çünkü bu karakterin insana sunduğu dünya son derece
küçüktür. Hayatın sadece belirli alanlarıyla ilgilenir, bunun dışındaki hiçbir
konuda bilgi sahibi olmazlar.
Kokonaların
ilgi alanları kıyafetler, makyaj malzemeleri, parfüm markaları, çevrelerindeki
insanların özel hayatları, dekorasyon modelleri, seyahat programları, berber
adresleri gibi konulardır. Bunların dışında onları derinlemesine ilgilendiren
pek bir konu olmaz. Örneğin Doğu Türkistan'da Müslümanlara yapılan işkenceler,
Filistin'de yaşanan zulüm, Irak'ta hergün katledilen mazlumlar, Afrika'da
açlıktan ölen insanlar, dünyada dinsizliğin yayılması, Kuran ahlakının terk
edilmesi ya da gençler arasındaki ahlaki dejenerasyon kokonaların hiçbir
şekilde ilgilenmediği konulardır. Çünkü onlar sadece kendi sorunlarına karşı
duyarlı olan insanlardır. Başkalarının sorunları, en yakın arkadaşları bile
olsa onları hiç ilgilendirmez. Ancak kendi çıkarlarına da dokunan bir yön varsa
konuyla ilgilenebilirler.
Örneğin
kendileri veya ailelerinden biri hastalanmadığı sürece hasta olan insanlara
yakınlık duymazlar. Kendileri fakir kalmadıktan sonra fakir insanların durumunu
asla düşünmezler. Kendileri aç kalmadığı sürece aç insanların halinden
anlamazlar. Kokonaların bir konuda duyarlılık gösterebilmesi için öncelikle o
olayı kendilerinin yaşaması gerekir. Kendilerine dokunmayan ve rahatsızlık
vermeyen hiçbir sorun onlar için önemli değildir. Bir soruna çözüm aramaları,
bu sorunu yaşayan insanların kurtuluşu için gayret etmeleri ve ellerindeki
imkanları bu sorunun çözümü için seferber etmeleri, ancak bu durumun onlara da
zarar vermesine bağlıdır. Nitekim eğer savaş veya açlık olan bir ülkede
yaşıyorlarsa ve bu durumdan kendileri de etkileniyorlarsa buradaki sorun için
bir çözüm arayabilirler. Ancak aynı karakteri yaşamaya devam ettikleri müddetçe
akılcı ve mantıklı bir çözüm geliştirmeleri de mümkün olmaz. Eğer az önce
bahsettiğimiz ülkelerden uzak bir yerde lüks içinde yaşıyorlarsa, oralardaki
insanların durumu onları uzaktan yakından ilgilendirmez. Bu anlamda kokona
karakteri son derece acımasız ve zalim bir karakterdir.
Ayrıca
kokona karakterinin insana sunduğu kültür de sadece gösterişe dayalı
olduğundan, bu insanlar son derece cahil ve bilgisizdir. Kitap okumaya, akıl
çalıştırmaya, düşünmeye hiç vakit ayırmazlar. Bütün vakitlerini ve zekalarını
insanlara yapacakları gösterişe ayırırlar. Bu nedenle kokonaların en belirgin
özellikleri akıl gerektiren konularda fikir üretememeleri, çevrelerine fayda
sağlayamamaları ve bulundukları ortama bir güzellik kazandıramamalarıdır.
Hatta
kokona karakterindeki insanlar genellikle acil anlarda aklı başında insanlara
ayak bağı olur ve sorun teşkil ederler. Tehlikeli bir durumda tedbir alınması
gerektiğinde hiçbir faydaları olmadığı gibi akılsız ve beceriksiz oldukları
için onların da korunup kollanmasına vakit ayırmak gerekir. Örneğin bir kaza
anında hemen doktor çağırmak veya çevreye toplanan insanlara müdahale etmek
yerine, ağlayarak, bağırarak ve şuursuz hareketler yaparak olayı daha da
karmaşık hale getirirler. Bunun gibi ani olaylarda akıl kullanıp, çözüm
getiremezler. Sadece orada bulunan insanlara zorluk çıkartırlar. Bu nedenle
kokona karakteri insanın kendisine zarar vermesinin yanı sıra çoğu zaman bu
kişiyi çevresine karşı da zararlı bir insan haline getirir.
Kokonaların
hayata dair bir hedefleri, idealleri, güzel bir amaçları olmadığı için aynı
zamanda hayatlarına büyük bir ağırlık da hakimdir. Genellikle eğlenceye,
berbere, spora, alış verişe veya bir arkadaş ziyaretine yetişmek dışında hiçbir
acele işleri olmaz. Aceleleri sadece kendileriyle ilgili konulardadır. Başka
insanların iyiliği, sağlığı, güvenliği için acele etmezler. Zaman onlar için
kıymetli değildir, vakti rahat rahat harcarlar. Günleri, ayları hatta yılları,
hiçbir faydalı iş yapmadan sadece kendileriyle ve kendi çevreleriyle
ilgilenerek geçirebilirler. Bu nedenle son derece ağır hareket eder, her konuyu
uzun uzun konuşur, en ufak bir konuya bile saatlerce çözüm getiremezler.
Örneğin evlerindeki herhangi bir dekorasyon değişikliğine haftalarca, hatta
aylarca karar veremezler. Hangi kıyafeti giyeceklerine, saçlarını hangi modelde
yapacaklarına, hangi kolyeyi takacaklarına, hangi ayakkabıyı alacaklarına ve
bunun gibi konulara günlerini, aylarını ayırırlar.
Kokona
karakterinin hayata getirdiği bu ağırlık, bu insanların zihinsel faaliyetlerine
de aynı şekilde yansır. Akılları son derece durgun olur. Doğruyla yanlışı kolay
ayırt edemez, hikmetli konuşamaz ve akıl kullanarak kimsenin ahlakına,
kişiliğine, yaşam şekline olumlu bir katkı sağlayamazlar.
Kokona
karakterinin basitliği
Bu
karaktere sahip olan insanların en büyük iddialarından biri
"asalet"tir. Asilliğin görünüm, tavır ve birtakım görgü kurallarını
uygulamaktan ibaret olduğunu düşünen bu insanlar, kendilerini çevrelerine karşı
son derece asil kişiler olarak tanıtırlar. Zenginliğin insanlara doğal bir
asalet kazandırdığını ve en azından yemek yemekle, oturup kalmak veya
giyinmekle ilgili bazı uluslararası kuralları öğrenerek bu asaleti elde
edebileceklerini düşünürler.
Halbuki
kokonaların nezaketli görünümlerinin altında genellikle son derece zalim, basit
ve asaletten uzak bir karakter yatar. Çıkarlarıyla çatışan bir olay olduğu
anlarda sergiledikleri tavırlar veya değer vermedikleri insanlara karşı
gösterdikleri tavırlar bu durumu açıkça ortaya koymaktadır. Örneğin çevresi
tarafından son derece nezaketli bilinen bir kokona, bir mağazada çantasını
kaybettiğinde son derece basit tavırlar göstermeye başlar. Tezgahtarlara
bağırır, olur olmaz kişileri hırsızlıkla suçlar. Hemen çantasının bulunmasını
yoksa oradaki herkesi mahkemeye vereceğini söyler. Son derece basit bir konuşma
şekli ve ses tonuyla, laftan anlamaz şekilde olayla ilgisi olmayan insanlara
bağırır. O anda asalet ve görgü tümüyle yok olur. Çıkarlarına zarar geleceğini
düşündüğü için hemen gerçek yüzü ortaya çıkar.
Merhamet,
asalet, görgü gibi konuların kokona karakterinde sadece taklide dayalı olduğunu
anlayabilmek için verilebilecek çok fazla örnek vardır. Örneğin bir kokona,
kendisine ziyarete gelen yakın bir arkadaşının çocuğuna karşı son derece sevgi
doludur. Onu kucağına alır, sever, merhamet gösterir çok nezaketli bir şekilde
çocuğun düşmemesi ya da zarar görmemesi için itina eder. Ancak evine fakir bir
ailenin çocuğu geldiğinde tavrı çok farklı olur. Onun salondaki koltuklara
oturmasını, iyi tabaklardan yemek yemesini, evin içinde dolaşmasını istemez. Bu
çocuğa dokunmak veya onu sevmek istemez. Merhamet göstermez hatta ters ve aksi
davranır.
Bu karaktere
sahip olan insanlar yaşam tarzlarında herhangi bir değişiklik meydana gelmesine
tahammül edemezler, bu nedenle kolay öfkelenirler. Örneğin son derece şık
giyinmiş ve davet edildiği partiye yetişmeye çalışan bir kokona düşünelim.
Çevresindekilerle son derece kibar konuşan ve kibar hareket eden bu kişi eğer
davet edildiği yerin otoparkında yer bulamazsa aniden tavrı değişir. Arabayı
uzak bir yere park edip yürümesi gerektiğini anlayınca otopark görevlisini
suçlamaya başlar. Bu kişiyi aşağılayarak istediğini elde etmeye çalışır.
Israrları bir fayda getirmezse hemen kabalaşır, ses tonu, konuşma tarzı
değişir. Küçücük bir çıkar için tüm bu basitliklere tamah eder. Çünkü kokona
karakterinin asilliği sadece görünüme dayalıdır.
Gerçek
asalet, imandan kaynaklanır ve ruhta yaşanır. Ancak Allah'a iman eden, herşeyin
karşılığını Allah'tan bekleyen, Kuran ahlakının gereği olan ruh güzelliğini
yaşayabilen bir insan gerçek asalet ve izzete sahip olabilir. Böyle bir insan,
şartlara ve kişilere göre değişmeyen, çıkar peşinde koşmayan, haysiyetli,
tevazulu, şerefli ve asil bir tavra sahip olur. Allah Kuran'da gerçek izzet ve
onurun Allah'a ve Allah'ın taraftarlarına ait olduğunu bildirir:
Derler ki, "Andolsun,
Medine'ye bir dönecek olursak, gücü ve onuru çok olan, düşkün ve zayıf olanı
elbette oradan sürüp-çıkaracaktır." Oysa izzet (güç, onur ve üstünlük)
Allah'ın, O'nun Resûlü'nün ve mü'minlerindir. Ancak münafıklar bilmiyorlar.
(Münafikun Suresi, 8)
Onlar, mü'minleri bırakıp
kafirleri dostlar (veliler) edinirler. 'Kuvvet ve onuru (izzeti)' onların
yanında mı arıyorlar? Şüphesiz, 'bütün kuvvet ve onur,' Allah'ındır. (Nisa
Suresi, 139)
Adamlık Dininde
"İş"
Psikolojisi
Kitabın girişinde, bir
Müslümanın tek önemli kimliğinin Müslümanlığı olduğunu ve kendisini bir başka dünyevi
kıstasa göre tanımlayamayacağını söylemiştik. "Müslüman", Allah'ın
iman edenlere verdiği bir isimdir (Hac Suresi, 78) ve bir insan için bu ismi
taşımak büyük bir şereftir. Bu yüzden Müslümanlığının bilincinde olan bir
insan, başka birtakım kimlikleri yüklenerek şahsiyet bulmaya çalışmaz. Buna
tenezzül bile etmez. Diğer dünyevi kıstaslar, örneğin bir insanın soyu,
aşireti, sosyal statüsü, dili, rengi, çevresi, vs. Allah Katında ve iman
edenlerin gözünde önem taşımaz. Bir ayette bu konu şöyle açıklanmaktadır:
Ey insanlar, gerçekten, Biz
sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi
halklar ve kabileler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah Katında sizin en üstün
(kerim) olanınız, (ırk ya da soyca değil) takvaca en ileride olanınızdır.
Şüphesiz Allah, bilendir, haber alandır. (Hucurat Suresi, 13)
Bunun
bilincinde olan bir mümin, içinde bulunduğu birtakım dünyevi şartlara göre
tavır ve karakter değiştirmez. Örneğin çok büyük bir maddi zenginlik elde
ettiğinde şımarmaz ya da fakir kaldığında ezik bir ruh haline girmez. Kuran'da
bununla ilgili örnekler verilmekte, Hz. Süleyman'ın büyük bir maddi güce
ulaşmasına rağmen tevazusunu ve Allah'a olan teslimiyetini koruduğu
anlatılmaktadır. Buna karşın, Müslümanlardan farklı olarak, basit ve zayıf
karaktere sahip olan kişiler her ortam ve şarta göre değişirler.
Kendisine
mülk verildi diye şımaran Karun ya da en ufak bir aksaklık karşısında panik
olup umutsuzluğa kapılan diğer inkarcılar, "İnsana
bir nimet verdiğimizde sırt çevirir ve yan çizer; ona bir şer dokunduğu zaman
da umutsuzluğa kapılır" (İsra Suresi, 83) ayetinde tarif edilen olumsuz tavrın
örnekleridir.
İnkar
edenlerin karakterine işlemiş olan bu şahsiyetsizlik, adamlık dininde bir
şahsiyet bulma çabası olarak ortaya çıkar. Çünkü adamlık dini, "adam
olma", yani toplumda statü elde etme dinidir. Adamlık dininin mensupları
da, Müslümanlık gibi gerçek ve istikrarlı bir şahsiyete, değişmez bir kimliğe
sahip olmadıkları için, kendilerine farklı dünyevi kimlikleri şahsiyet olarak
belirlerler.
Bu
kimliklerin en belirginleri, mesleklerdir. Adamlık dini mensupları, sahip
oldukları mesleklere göre şahsiyet bulur ve o mesleklere uygun karakterler
geliştirirler. Elbette Müslümanlar da meslek sahibi kişilerdir, fakat Allah'a
samimi bir şekilde iman eden bu kişilerin karakterlerini iş yerleri, statüleri
gibi hususlar belirlemez. Müslümanlar o mesleğin getirdiği özel bir ruh haline
girmezler, her zamanki itidalli tavırlarından ödün vermezler.
Adamlık
dininde herkes, yaptığı iş, sahip olduğu meslek kadar değerlidir. Kazandığı
para kadar itibarlıdır. Bu nedenle bir kişiyle tanıştıktan sonra ilk on dakika
içinde konu dönüp dolaşıp ya onun ya da babasının işine gelir. Çünkü bunun
öğrenilmesi karşı tarafa değer biçme açısından çok önemlidir. Bir kişiyi adam
yerine koyup koymamanın ölçüsü, kariyeri veya işindeki kazancı ya da mevkisinin
yüksekliğidir. Değişik meslek gruplarından insanlar biraraya geldiğinde,
genelde herkes kendi mesleğini en iyi, en geçerli meslek olarak lanse etmeye,
diğerlerinin ise daha az önemli olduğunu ima etmeye çalışır.
Adamlık
dininde her mesleğin kendine özgü farklı psikolojileri vardır. Eğer bu meslek
yüksek öğrenim gerektiren bir meslekse bu mesleğe ait ruh hali ve psikoloji
kişiye üniversiteye girdiğinden itibaren, gerek hocaları gerekse kıdemli
öğrenciler tarafından aşılanmaya başlanır.
Örneğin
doktorlar, tıp fakültesine girmelerinden itibaren, herkesin hayatlarının ve
sağlıklarının kendilerine bağlı olduğu ve yaptıklarının en kutsal iş olduğu
telkinleriyle yoğrulur ve bu psikolojiyi ömürlerinin sonuna dek taşırlar.
Elbette bir doktorun hasta bir kimseyi iyileştirmek veya hayati tehlikesi olan
bir kimseyi kurtarmak için gösterdiği gayret güzel ve takdir edilecek bir
davranıştır. Ancak adamlık dinini yaşayan insanlarda, hastayı iyileştirenin
kendileri olduğu gibi sapkın bir düşünce vardır. Oysa şifayı veren Yüce
Allah'tır. Doktor, ilaç, tedavi ise sadece birer vesiledir. Diğer yandan
eczacılar da benzeri bir psikolojiye girerler. Hukuk fakültesini bitirenler
kendilerini adaletin temel direkleri, insanların en akıllıları, en uyanıkları,
muhakeme kabiliyetleri en güçlü, olayları en doğru algılayıp çözebilen kimseler
olarak görürler. Mühendislerse günlük hayatta karşılaştığımız herşeyin kendi
mesleklerinin bir ürünü ya da eseri olduğu tezine dayanarak kendi yerlerinin
çok müstesna olduğu kanaatindedirler.
Ticaret ve
serbest mesleklerle uğraşanlar da kendilerini sosyal ve ekonomik hayatın
belkemiği ve yerleri doldurulamaz kimseler olarak görürler. Bunlardan her biri
kendi mesleği olmasaydı insanların nasıl güç durumda kalacağını, hatta
yaşamlarını bile sürdüremeyeceklerini, kendilerinin ne kadar önemli insanlar
olduklarını her fırsatta gündeme getirirler.
Bu
insanlar şahsiyet ve karakterlerini, mesleklerinin telkin ettiği bu yeri doldurulmazlık,
sözde kutsallık, müstesnalık, farklılık duygusunun getirdiği kibir, gurur,
enaniyet, kendini beğenmişlik gibi psikolojik saplantılar üzerine kurarlar. Bu
nedenle adamlık dini insanı kendi mesleği hakkında son derece hassastır.
Mesleğine karşı söylenen her sözü kendisine karşı söylenmiş olarak görür ve
mesleğini adeta namusu gibi savunur.
Yüksek
tahsil gerektirmeyen, daha çok fiziki özelliklere veya tecrübeye ya da babadan
görme bilgi ve beceriye dayalı işlerin de adamlık dininde kendilerine ait
farklı psikolojileri vardır. Bu işlere girmenin de, girdikten sonrasının da,
bunlara ait atölye, dükkan, mağaza, butik, büro gibi işyerlerinin de hepsinin,
adamlık dini tarafından belirlenmiş kendilerine özgü farklı farklı
psikolojileri ve değer yargıları vardır. Bu tür işlerde çalışanların kibir,
gurur ve enaniyetlerinin dışarı vurum tarzları diğerlerine göre daha çok
eziklik, aşağılık kompleksi, kapris, hırçınlık, asabiyet, basitlik, ukalalık ve
benzeri şekillerde gerçekleşir.
Adamlık
dininin iş ahlakı daha iş aramaya başlarken kendini gösterir. İş aranırken en
önemli hatta tek kıstas, o işin kazandıracağı paradır. Neye, hangi inanca,
düşünceye ya da kişiye hizmet verildiği, yapılacak işin fayda ve zararları hiç
hesaba katılmaz.
Adamlık
dininde, kadınların genel olarak tercih ettikleri mesleklerden biri
sekreterliktir. İş yerlerinde genelde patronlar erkektir ve sekreterliklere
özellikle kadın eleman ararlar. Burada çoğu kez kadınsılığın önemli bir rolü
vardır. Adaylar iş becerisi, bilgisi, tecrübesi ya da zekasını sunmaktan çok
dış görünüşüyle karşı tarafı etkilemeye çalışır.
Patronlar
genelde iş yerinde veya özel hayatında kendisine sürekli şahit olan elemanları
özel bir titizlik göstererek seçerler. Bu nedenle, kadın olsun erkek olsun,
sekreter, patronun duymaz-görmez elemanıdır. Dışarıya gerektiğinde yalan
söyleyebilecek bir karaktere sahip olmalı ama patronuna asla yalan söylememeli,
sadakatin en fazlasını göstermelidir. Normal hayatta, yapılan bir sahtekarlığa
şahit olup susmak veya ona ortak olmak hoş karşılanmaz. Ancak aynı olay iş
sınırları içinde olduğunda, adamlık dini bunu iş ahlakının bir parçası olarak
sayar. Sekreterliğin bu yönü, bu mesleğin cahiliye toplumundaki ahlaki
gereğidir. Kimse tarafından yadırganmaz.
Patronun
iş çevresine, hatta bazen ailesine karşı olan gizli kapaklı işlerini
görmezlikten gelmesiyle patronun gözüne girip güvenini kazanır. Dışarıdaki
bütün kişilere karşı patronuyla ortak bir tavır ve menfaat birliği içindedir.
Sekreterler ayrıca, dışarıya karşı patronlarıyla gösteriş yaparlar. Patronun iş
seyahatine gitmesi, dış görüşmeleri, kazandığı parası onun için hep birer
gösteriş unsurudur.
Pazarlamacılık,
satış elemanlığı ya da fuar hostesliği gibi işler de sekreterlik gibi görüntüye
dayalı işlerdendir. Patronlar, adayları bir toplantı odasında sorguya çeker.
Yanlarında adi ve basit espriler yapıp tepkilerini kontrol ederler. Bu
esprilerden ve tavırlardan hoşlanmadığına dair tepki vermemesi o kişi için
kendilerince artı puandır. Bu gibi, çok çeşitli kişiyle muhatap olunan işlerde
kişinin hiçbir söz ve davranış karşısında renk vermemesi, taciz olmaması, bu
konuda umursamaz olması, hatta bundan hoşlandığını belirten tavırlar
sergilemesi aranılan şartlar arasındadır. İş bitirici esnaf karakteri buna son
derece uygundur. Bu da satış elemanlığının iş ahlakı gereğidir. Pişkinlik,
vurdumduymazlık, şahsiyetsizlik gibi basit karakter özellikleri adamlık dininin
iş ahlakının birer parçasıdır. Müminlerde ise bu ahlakın aksine vakar, izzet,
onur, asalet gibi üstün ahlak vasıfları bulunur.
Adamlık
dininde iş yerinde gösterilmesi gereken tavırların çatısını "hırs"
duygusu oluşturur. Para kazanma hırsı, lider olma hırsı, şöhret hırsı toplumda
takdirle karşılanır. Bu nedenle iş yerlerinde büyük ölçüde materyalist bir hava
hakimdir. Bütün hareket ve tutumlar, bütün konuşmalar para ve mevki elde etmeye
yöneliktir. Çalışanların görevleri, yerleri bellidir. Herkes kendi mevkisinin
kalıbına girer. "Çok meşgul havaları", sinirli hareketler, gergin bir
yüz, acelecilik genel tavır olarak çalışanların birçoğuna hakimdir.
Adamlık
dininde patron, iş yerinin sahibi, maaşları veren veya yönlendiren kişi olmanın
verdiği rahatlıkla istediği gibi konuşur, istediği tavrı koyar, bağırabilir,
hakaret edebilir, karşısındaki insanı küçük düşürebilir. Nasıl olsa parayı
ödeyen kendisidir. Kendisinin altında olanlara başkalarına gösterdiği saygıyı
göstermek zorunda değildir. Buna rağmen kendine karşı aşırı bir saygı bekler.
Emrindekilerin yaptığı herşeyi sineye çekmesi lazımdır. Patron-çalışan
ilişkisinde bir tür köle mantığı vardır. Patron, maaşını ödediği kimseye karşı
tavır serbestliği, hitap etme ve kullanma özgürlüğüne sahip olduğunu düşünür.
Ofisteki
olağan konuşmalarda bile iş kelimeleri kullanılır. İngilizcenin kendi
mesleğiyle ilgili olan terim ve kelimeleri yerli yersiz, karşısındaki anlamasa
bile "hava atma" unsuru olarak sürekli kullanılır. Telefon tutuş
tarzları vardır. Çalışanlar arasında birbirinin işini beğenmeme, sürekli
düzeltip "bilmişlik" yapma yaygındır. Ofis içi yoğun bir dedikodu
hakimdir. Eski çalışanlar birbirlerinin her türlü sahtekarlığını bilirler, ama
kendi yaptıklarının da ortaya çıkmasından korktukları için bunları açığa
vurmaktan kaçınırlar.
Yeni
gelene herkes yüklenir, "bilmişlik" ve acemi muamelesi yapılır, bu
kişinin sürekli hatası aranır. On beş günlük olan, bir günlük olana tahakküm
etmeye çalışır. Eski olanlar yeni olana sürekli gerekli gereksiz konularda akıl
verip, her konuda üstünlük hissettirmeye çalışırlar. Kimi zaman iş yerinin
bölümleri arasında çekişmeler görülür. "Şu işi hallettim" havası
yaratılarak "iş bitirici" bir görünüm verilmeye çalışılır.
Dükkan,
mağaza, butik gibi iş yerlerinde hakim olan psikoloji de çok farklı değildir.
Tezgahtarlar genelde hiçbiri kendilerine ait olmadığı halde, bütün malların,
dükkanın sahibi havasına girerler. Bu, herkesin alan, kendisinin ise satan
konumda olmasının verdiği ruh halinden kaynaklanır. Çalışan kişi, orada sadece
tezgahtar olarak bulunmanın ezikliğini yaşar. Eğer "müşteri"nin maddi
durumunun iyi olmadığına kanaati gelirse, ilgisiz ve soğuk bir sesle eşyaları
fırlatır gibi gösterir, sürekli sinirli bir hava sergiler. İlk planda nazik
olmaya çalışır ama müşterinin satmak istediği şeyi almayacağını ya da
alamayacağını hissederse hemen kabalaşır, yüzüne bakmamaya yanındaki
arkadaşlarıyla konuşmaya, dışarıyı seyretmeye başlar. Ters cevaplar verir.
Müşteriye onun vaktini alıyormuş havası verir. Genel olarak bu tip iş
yerlerinde vakit, boş ve amaçsız diyaloglarla, vitrin camlarından dışarıyı,
dükkan aynalarında kendini seyretmekle geçer.
Resmi
dairelerde ise çok daha kalıplaşmış bir ruh hali vardır. Bu tür yerlerdeki
sinirli ve gergin hava artık herkes tarafından kabullenilmiştir. Çalışanların
önemli bir bölümü, eziklikle karışık bir kibir taşırlar. Sözlerinin geçtiği tek
yer, yaptıkları işin sahasıdır. Bu nedenle işi düştüğü için oraya gelen
insanlara karşı sert ve hatta tahakkümlü bir üslup kullanırlar. Yanlarında
sürekli dolup boşalan çay bardakları, yoğun bir sigara dumanı, çalışanların
aralarında konuştukları geçim sıkıntısı, ailevi meseleler, pazar, çarşı
sohbetleriyle birlikte bezgin bir şekilde yapılan işler, buraların alışılmış
manzaralarındandır.
Çalışanlarda
yaptıkları işe tahammül edemediklerini sürekli belli edecek bir ses tonu ve
asabiyet mevcuttur. İşini yaptıracak olan kişi sürekli alttan almak ve işini
yapacak olan kişiyi idare etmek durumundadır. Fazla soru sorulması işi yapan
kişinin canını sıkabilir. Sorulan sorudan sonra ise muhtemelen cevap gelmez,
sorulan sorular ters bir bakışla susturulur. Hatta her an azar işitilmesi mümkündür.
Ancak
resmi dairelerdeki tüm bu sayılan ters, asabi, ukala memur tiplemesi, o daireye
gelen fakir, cahil, ezik ya da en azından sade bir görünümü olan insanlara
karşı ortaya çıkar. Buna karşın, adamlık dinine mensup memurlar, zengin, iyi
giyimli, yüksek bir mevki sahibi olduğu belli olan kişilere karşı asla bu tür
tavırlar sergileyemezler. Aksine, bu kişilere karşı son derece saygılı
davranırlar. Bu ise, çoğunlukla gerçek bir saygı değildir. Aşağılık
kompleksinden, basitlikten, şahsiyetsizlikten kaynaklanan basit bir saygıdır.
Söz konusu zengin kişilere saygı gösteren memur büyük olasılıkla onlardan bir
çıkar da elde edemeyecektir. Ama önemli bir değer yargısı olduğu için, zengin
kişiye karşı ister istemez bir saygı duyar. Bu saygı, aslında kıskançlıkla
karışık bir tür hayranlık olarak tanımlanabilir. Adamlık dininin basit ve
çıkarcı karakteri, burada çok açık bir biçimde ortaya çıkar.
Tüm bu
olaylar ve davranışlar adamlık dini mensuplarına normal, sıradan şeyler gibi
görünür. Bu, balığın suyun farkında olmayışına benzer. Balık suyun farkında
değildir çünkü tüm hayatı suyun içinde geçer. Adamlık dini mensupları da içinde
bulundukları ruh halinin, tavırlarının ne denli akılsızca, ne denli basit ve ne
denli boş olduğunun farkında değildirler. Kendilerini Allah'ın yarattığının, bu
dünyada geçici bir süre imtihan edilmek amacıyla bulunduklarının ve sonuçta
Rabbimiz'e dönüp hesap vereceklerinin gereği gibi bilincinde de değildirler.
Bunları düşünecekleri, Allah'a şükredip O'nun rızasını arayacakları yerde,
bütün günlerini, bütün hayatlarını basit çekişmelerle, basit çıkar hesaplarıyla
harcarlar. Yıllarca küçük bir ofiste çalışır, maaşlarını artırmaya, yükselmeye
uğraşır, başkaları hakkında dedikodu üretir, kıskançlık krizlerine girer, stres
içinde yaşar, rol yaparlar. Ancak Allah'ın rızasını göz ardı ettikleri ve
ahireti unuttukları için tüm bu yaptıkları boş ve anlamsızdır. "İnsanları
sorgulama (zamanı) yaklaştı, kendileri ise gaflet içinde yüz çeviriyorlar" (Enbiya
Suresi, 1) ayetinde bildirildiği gibi, tam bir "gaflet" içindedirler
ve Kuran'da bu kişiler, "Ki onlar,
'daldıkları saçma bir uğraşı' içinde oynayan-oyalananlardır" (Tur
Suresi, 12) şeklinde tanımlanır.
Adamlık
dininde işi düşeni, parasız olanı, çirkin olanı, alt mevkide olanı ezmek genel
bir prensiptir. Müşteriyle direkt muhatap olunan iş yerlerinde müşterinin tip
ve kıyafetine göre tavır ayarlaması yapılır. Müşterinin zengin görünümü varsa
nazik davranılır ve ilgi gösterilir, aksi halde üstten bakan, umursamaz ve
baştan savıcı bir tavır gösterilir. Dükkanlarda, mağazalarda, butiklerde genel
tavır buna göre ayarlanır.
Her
mesleğin kendine göre bir adabı ve kuralı vardır. Ancak ortadaki malın piyasa
değeri, müşterinin zenginliği ya da işin geçerliliğine göre bu değerleri
esneyip gevşeyebilir ya da değiştirilebilir. Yakışmayan bir giysinin
yakıştığına inandırma, kalitesi düşük bir ürünü kaliteli diye pazarlama, pahalı
olan bir şeyin ucuz olduğuna inandırma adamlık dini tabiriyle
"profesyonellik" gerektirir. Zaten bu dinin mensuplarına göre iş ahlakı
denilen şey de budur. İş ahlakı olarak adlandırılması Kuran ahlakından farklı
olması sebebiyledir. Bu ahlak, suçun gizli yapılmasını tasdik eder. Adamlık
dininin sapkın ölçülerine göre;
- Açıkça
hırsızlık yapmak adamlık dinine aykırıdır, fakat işi kılıfına uydurarak meşru
görünüm altında kendine haksız menfaat sağlamak adamlık dininin kuralıdır.
- Açıkça
rüşvet almak yasaktır, ama hediye adı altında rüşvet almak serbesttir.
- Adam
öldürmek büyük suçtur, birisi ölürken başını belaya sokmamak için kılını
kıpırdatmamak akıllıca bir harekettir.
- Bir
kişinin yüzüne karşı hakaret etmek, sövmek ayıptır, arkasından çekiştirmek,
dedikodu yapmak normaldir.
- Dinsiz
olmak kötüdür, ama "fazla" dindar olmak da makbul değildir.
Ayrıca
adamlık dini kendi mantığı içinde sapkın bir İslam anlayışı da üretmiştir. Bu
sapkın anlayışa göre kişinin, Kuran'dan farklı olarak kendi zamanı ve ortamına
uygun, işine gelen belirli ibadetleri yerine getirmesi makbul sayılır. Fakat
Allah'ın tarif ettiği hayatı tam olarak yaşaması, İslam'ın bütün kurallarına
uyması aşırılık olarak görülür ve doğru kabul edilmez.
Adamlık
Dinindeki Yanlış İslam Anlayışı
Bugün dünyanın birçok
ülkesinde "din" kavramı son derece yanlış anlaşılmaktadır. Allah'ın
Kuran'da bildirdiği din ahlakı ile toplumun algıladığı din ahlakı arasında
büyük bir fark vardır.
Bunun en
açık göstergesi, bir insandan söz edilirken onun dininin yanı sıra, dünya
görüşünden, ideolojisinden, hayat felsefesinden ya da yaşam tarzından da söz
edilebilmesidir. Bu çarpık mantığa göre, bir insan herhangi bir dine mensup,
örneğin Müslüman olabilir, ancak bunun yanında, Müslümanlık dışında bir hayat
felsefesi, dünya görüşü vs. benimsemesinde hiçbir çelişki yoktur. Müslümanlık,
onun "inanç"larıyla ilgilidir, ama bunun yanında bir de "hayatın
gerçekleri" vardır.
Bu batıl
zihniyete sahip adamlık dini mensuplarının çok büyük bir bölümü, hak dini
açıkça inkar etmezler. Aksine iyi birer Müslüman oldukları iddiasındadırlar.
Buna karşın, İslam'ın bazı hükümlerini kendi düşük akıllarınca beğenmezler.
Bunların değişmesi gerektiği düşüncesindedirler. Elbette bu çok sapkın ve
çarpık bir iddiadır. Kuran'da bildirilen din son hak dindir, eksiksiz ve
kusursuzdur. Bu gibi kişilerin kabul ettikleri dini yönler ise, çıkarlarına
ters düşmeyen kısımlardır. Tüm bunları yaparken iyi birer Müslüman oldukları
iddiasını da sürdürürler. Oysa bu yaptıkları, Kuran'da bildirilen tariflere
göre samimi iman özellikleri değildir. Ve bir anlamda inkar etmektir. Bu
durumları Kuran'da, "ayetlerin bir
kısmını kabul edip bir kısmını inkar edenler"in konumu
örnek verilerek anlatılmaktadır. (Bakara Suresi, 85)
Burada
adamlık dini mensuplarının neden İslam'ı kısmen kabul ettiklerinin ve neden
bunun inkarcıların bir özelliği olduğunu iyi tespit etmek gerekir. Bir insanın
İslam'ı kabul edip yaşamasının gerçek nedeni, yalnızca Allah'ı Rab kabul etmesi
ve O'na teslim olmasıdır. Eğer İslam bundan daha farklı bir nedenle benimsenir
ve yaşanırsa, bu gerçek bir iman olmaz. Kuran'da bahsi geçen bir insan
topluluğu olan münafıklar bunun en iyi örneğidir. Onlar da İslam'ı benimser
gibi görünürler ve tıpkı Müslümanların yaşadıkları gibi yaşarlar, ama amaçları
Allah rızasını kazanmak değil, kendi akıllarınca insanlara gösteriş yapmaktır.
İslam'ı kabul ederek daha iyi bir statü elde edeceklerini, bazı çıkarlara
ulaşacaklarını hesaplarlar. Kuran'da bu insanlar şöyle tanımlanır:
İnsanlardan öyleleri vardır
ki: "Biz Allah'a ve ahiret gününe iman ettik" derler; oysa inanmış
değillerdir. (Sözde) Allah'ı ve iman edenleri aldatırlar. Oysa onlar, yalnızca
kendilerini aldatıyorlar ve şuurunda değiller." (Bakara Suresi, 8-9)
Münafıklar,
İslam'ın Allah rızası dışındaki bir amaçtan dolayı benimsenmesinin hiçbir
değeri olmadığının örneğidirler. Zaten bunlar, İslam'ın tüm hükümlerini
uygulamaz, fedakarlık gerektiren ibadetlerden kaçarlar.
Adamlık
dini mensupları da benzer bir durum içindedirler. Çünkü onlar da İslam'ı,
Allah'a iman ettiklerinden ve O'nun rızasını aradıklarından dolayı kabul etmiş
değillerdir. Onların İslam'ı kabul nedenleri, inkarcıların temel
özelliklerinden biri olan "atalara uyma" mantığıdır. Onlar atalarını
yol gösterici olarak benimsemişlerdir. Gerçek dinleri de atalarından kalma
batıl kurallarıdır. İslam'ı, bu kuralların bir parçası saydıkları için kabul
etmektedirler. Bununla birlikte, atalarından miras kalan pek çok İslam dışı
öğeyi benimsemeleri ve İslam'ın da yalnızca çıkarlarıyla çatışmayan yönlerini
kabul etmeleri, samimi bir imana sahip olmadıklarını gösterir. İslam'ı, mensubu
olduklarını söyledikleri ulusun kültürel, töresel bir parçası sayarlar.
İslam'ı
atalarından gelen kuralların bir parçası olarak gördükleri için İslam'ın temeli
olan Allah korkusuna sahip değildirler. Kullandıkları dini terimler, çoğu zaman
Kuran'da bildirilenlerle aynıdır. Allah'ın varlığından, imandan, cennet ve
cehennemin varlığından, oruç tutulması, 5 vakit namaz kılınması gerektiğinden
bahsederler. Ama bunlara, Allah korkusunun getirdiği duyarlı bir vicdanla
yaklaşmadıkları için, hiçbir şekilde etkilenmezler. Kuran'da müminler tarif
edilirken, onların Allah'ın zikrine ve ayetlerine karşı son derece hassas
oldukları şöyle bildirilir:
Müminler ancak o kimselerdir
ki, Allah anıldığı zaman yürekleri ürperir. O'nun ayetleri okunduğunda
imanlarını arttırır ve yalnızca Rablerine tevekkül ederler. (Enfal Suresi, 2)
Buna
karşın, adamlık dini mensupları, Allah'ın zikrinden etkilenmez, yani O'na karşı
bir haşyet (saygı dolu bir korku) duymazlar. Allah'ı ve ahireti yalnızca sözle
tasdik ederler, buna karşılık kalpleri bomboştur. Kuran ahlakını yaşamazlar.
Kuran'da, bu özellikler farklı ayetlerde şöyle vurgulanır:
De ki: "Eğer
biliyorsanız (söyleyin:) Yeryüzü ve onun içinde olanlar kimindir?"
"Allah'ındır" diyecekler. De ki: "Yine de öğüt alıp-düşünmeyecek
misiniz?" De ki: "Yedi göğün Rabbi ve büyük Arş'ın Rabbi
kimdir?" "Allah'ındır" diyecekler. De ki: "Yine de
sakınmayacak mısınız?" De ki: "Eğer biliyorsanız (söyleyin:) Herşeyin
melekutu (mülk ve yönetimi) kimin elindedir? Ki O, koruyup kolluyorken kendisi
korunmuyor." "Allah'ındır" diyecekler. De ki: "Öyleyse
nasıl oluyor da böyle büyüleniyorsunuz?" Hayır, Biz onlara hakkı getirdik,
ancak onlar gerçekten yalancıdırlar. (Müminun Suresi, 84-90)
Andolsun onlara: "Gökten
su indirip de ölümünden sonra yeryüzünü dirilten kimdir?" diye soracak
olursan, şüphesiz: "Allah" diyecekler. De ki: "Hamd
Allah'ındır." Hayır, onların çoğu akletmiyorlar. (Ankebut Suresi, 63)
Adamlık
dini mensuplarının Allah'ın varlığından etkilenmemelerinin, Allah'ın emrine
aykırı yaşamayı rahatlıkla sürdürebilmelerinin nedeni, tasdik ettikleri
gerçeğin anlamını kavrayacak akla sahip olmayışlarıdır. Bu gibi kişiler
Allah'ın gücünü ve kudretini de gereği gibi düşünüp takdir edemezler. Kendileri
şuurlu bir biçimde düşünmüş ve, "Onlar, ayakta
iken, otururken, yan yatarken Allah'ı zikrederler ve göklerin ve yerin
yaratılışı konusunda düşünürler. (Ve derler ki:) 'Rabbimiz, Sen bunu boşuna
yaratmadın. Sen pek Yücesin, bizi ateşin azabından koru' (Al-i
İmran Suresi, 191) ayetinde tarif edilen mümin tavrını göstermiş değildirler.
Kuran'da, bu kişilerin böyle bir düşünme imkanından yoksun oldukları, çünkü
akıl sahibi olmadıkları şöyle haber verilir:
Yoksa sen, onların çoğunu
(söz) işitir ya da aklını kullanır mı sayıyorsun? Onlar, ancak hayvanlar
gibidirler; hayır, onlar yol bakımından daha şaşkın (ve aşağı) dırlar. (Furkan
Suresi, 44)
Adamlık
dinin mensuplarının büyük çoğunluğunun duaları da Kuran'da müminlerin ettiği dualardan biraz
daha farklıdır: Allah korkularının artması, ibadetlerinin ve imanlarının
devamlı olması yerine; yalnızca sıkıntı içindeki işlerinin açılması, daha iyi
bir araba alabilmeleri, ya da sevdikleri kızla veya erkekle evlenebilmeleri
için içten bir şekilde Allah'a yalvarırlar. Sıkıntı içinde oldukları, örneğin
ciddi bir hastalığa yakalandıkları ya da büyük bir zorlukla karşı karşıya
oldukları zaman da Allah'a dua ederler, ancak bu sıkıntıdan kurtuldukları zaman
Allah'ı unutur ve yeniden O'na ortaklar koşarlar. Onların bu ruh hali Kuran'da
şöyle haber verilmiştir:
Nimet olarak size ulaşan ne
varsa, Allah'tandır, sonra size bir zarar dokunduğunda (yine) ancak O'na
yalvarmaktasınız. Sonra sizden zararı kaldırdığında, sizden bir grup (hemen)
Rablerine şirk koşar; kendilerine verdiklerimize karşı nankörlük etmek için.
Öyleyse yararlanın, ileride bileceksiniz. (Nahl Suresi, 53-55)
Müminlerin
duaları ise Allah'ın rızasını, rahmetini ve cennetini kazanabilmek içindir.
Allah'ın imani derinlik vermesi için, yalvara yalvara ve için için dua eden
müminler, Allah'ın dualara icabet eden olduğunu bilerek, duayı Allah'a
yakınlaşmak için güzel bir yol olarak görürler.
Adamlık
dini mensupları içinse ibadetin görünür şekilde yapılması önem taşır. Bu
nedenle namazlarını kendi başlarına oldukları zaman kılmadıkları halde
insanların arasında kılmaları gerektiğinde titizlik gösterirler. Allah'tan
korktukları ve O'nun rahmetini umut ettikleri için namaz kılmaları gerekirken,
insanların rızasını aradıkları için namaz kılarlar. Allah Kuran'da gösteriş
için ibadet yapan kişilerle ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
İşte (şu) namaz kılanların
vay haline, ki onlar, namazlarında yanılgıdadırlar, onlar gösteriş
yapmaktadırlar. (Maun Suresi, 4-6)
Görüldüğü
gibi, adamlık dininin en ilginç yönü, Kuran'ın ve İslam'ın aslından ve ruhundan
tümüyle ayrı bir inanç sistemi olmasına rağmen, mensuplarının çoğunluğunun
kendilerini inançlı zannetmeleridir. Çünkü adamlık dini -Kuran'dan ayrı olarak-
bir insanın nasıl bir din anlayışına sahip olacağını ve neyi uygulayacağını,
nasıl bir Allah inancı olacağını, ahlak anlayışının nasıl olması gerektiğini
bütün ayrıntılarıyla belirlemiştir. Bu sapkın dinin, inanç ve ibadetleri de
hakiki müminlerin inanç ve ibadetlerinden tamamen farklıdır. Hatta birçok
yönden tam tezattır.
Kişiye
Müslüman olduğunu zannettirip, gerçekte İslam'dan tamamen uzak bir dini
benimsetip yaşatması, adamlık dininin en önemli hilelerindendir. Adamlık
dininin kurallarını, inançlarını ve ahlakını benimseyen kişi, gerçek dininin
adamlık dini olduğunun farkında bile olmaz. O, yalnızca şeytanın, kendi zaaf ve
tutkularına göre süsleyip önüne sunduğu batıl bir dini yaşamaktadır, ancak bunun
şuurunda değildir.
Bu batıl
dinde, gereği gibi Allah korkusu duymayan fakat Allah'ın varlığını kabul eden,
bunu da kendi şartlarına göre yapan sapkın bir bakış açısı vardır. Allah'ın
"Yaratan" sıfatı kabul edilir, ama yarattıklarının üstündeki sonsuz Kudreti
ve Gücü göz ardı edilir. Kaza anında insanı kurtaracak ya da ümitsiz bir
hastalığı iyileştirecek olan Allah'tır; ölüm anını da Allah'ın belirlediği
kabul edilir. Fakat, bunun dışında, günlük hayatta, borsada, teknolojide,
bilimsel araştırmalarda, ticarette, politikada herşeyin Allah'ın takdiriyle
olduğu kabul edilmez. Bu sapkın inançta, buralarda insanın gücü, aklı ve
müdahalesinin geçerli olduğuna inanılır. Allah, -Rabbimiz'i her türlü
eksiklikten tenzih ederiz- eski ilkel dini inanışlarda olduğu gibi yalnızca
birtakım doğal olayları yaratan bir ilah olarak kabul edilir. Bu çarpık
zihniyete göre rüzgarı estiren, fırtınayı kopartan, depremi yaratan O'dur,
fakat uçağı, uzay gemisini, nükleer santrali yapan sınırsız insan dehasıdır!
Hiç şüphesiz bu, son derece sapkın ve Kuran'a uygun olmayan bir bakış açısıdır.
Evrendeki her detay, bir insanın yaşamındaki her an, NASA'nın yaptığı bir
araştırmadan CERN'de yapılan bir deneye kadar herşey, yeni keşfedilen bir
bilgi, yeni bir buluş kısaca her an ve her detay Allah'ın dilemesiyle, Üstün
Aklıyla ve takdiriyle meydana gelir.
Bu sapkın
inanç sistemine göre ise Allah'ın insanı gördüğü yerler de bellidir. Namaz,
oruç gibi ibadetlerde ya da dua edildiğinde Allah'ın huzurunda olunduğu
düşünülür, ama bunun dışında Yüce Rabbimiz Allah'ın duymadığı, görmediği anlar
olduğu gibi son derece sapkın ve gerçek dışı bir inanç hakimdir. Bu yüzden
yapılan sahtekarlıkların, dedikoduların, gizli kapaklı işlerin Allah'tan
gizlenebileceği gibi batıl bir düşünce vardır. Kuran'da, bu batıl düşüncenin
geçersizliği şöyle haber verilir:
Allah'ın göklerde ve yerde
olanların tümünü gerçekten bilmekte olduğunu görmüyor musun? (Kendi aralarında
gizli toplantılar düzenleyip) Fısıldaşmakta olan üç kişiden dördüncüleri
mutlaka O'dur; beşin altıncısı da mutlaka O'dur. Bundan az veya çok olsun, her
nerede olsalar mutlaka O, kendileriyle beraberdir. Sonra yaptıklarını kıyamet
günü kendilerine haber verecektir. Şüphesiz Allah, herşeyi bilendir. (Mücadele
Suresi, 7)
Gaybın anahtarları O'nun
Katındadır, O'ndan başka hiç kimse gaybı bilmez. Karada ve denizde olanların
tümünü O bilir, O, bilmeksizin bir yaprak dahi düşmez; yerin karanlıklarındaki
bir tane, yaş ve kuru dışta olmamak üzere hepsi (ve herşey) apaçık bir
kitaptadır. (Enam Suresi, 59)
O, gaybı da, müşahede edileni
de bilendir. Pek büyüktür, Yücedir. Sizden sözü saklı tutan da, onu açığa vuran
da, geceleyin gizlenen de ve gündüzün ortaklıkta gezen de (O'nun Katında bilme
bakımından) birdir. (Rad Suresi, 9-10)
Bir başka
ayette, adamlık dini mensuplarının içinde bulundukları bu yanılgı şöyle
anlatılır:
Yoksa onlar, gerçekten Bizim,
sır tuttuklarını ve aralarındaki fısıldaşmalarını işitmediğimizi mi sanıyorlar?
Hayır, (işitiyoruz) ve onların yanlarındaki elçilerimiz de (herşeyi)
yazıyorlar. (Zuhruf Suresi, 80)
Adamlık
dini mensupları Allah'tan gereği gibi korkmadıkları için, din ahlakının gereği
olan kavramları da kendi çıkarlarına uygun bir şekilde çarpıtmaya kalkışırlar.
Örneğin Müslümanlığın anlamını değiştirmeye çalışırlar. Kuran'da tarifi yapılan
Müslüman kavramının yerine, çarpık bir Müslüman kavramı üretirler. Oysa bu
beyhude bir çabadır, bu kimselerin ortaya attığı veya inandığı iddialar her ne
olursa olsun, hem dünyada hem de ahirette geçersizdir. Örneğin "Ben de fırsat bulursam arada sırada namazlarımı
kılarım, kimseye bir kötülüğüm dokunmaz, katil değilim, hırsız değilim,
okuyorum, iyi bir işim var, başarılıyım, neden ben cehenneme gideyim ki!"
gibi İslam dininde yeri olmayan açıklamalar sık sık bu dinin mensupları
tarafından kullanılır. Müslümanlığın "başka insanlara kötülük
yapmamak"tan ibaret olduğunu sanan ve hak dinin temelinin Allah'a kayıtsız
şartsız itaat olduğunu anlayamayan bu kişiler, kendi kendilerini kandırırlar.
Allah'ın dinini, dilencilere az miktarda para vermek ya da komşusuyla iyi
geçinmekten ibaret olduğunu düşünen ve Kuran'ın yüzlerce hükmünü göz ardı
etmeye çalışan bu kişiler, kimi zaman yaptıkları bu samimiyetsizliğe sözde
mantıksal açıklamalar da getirmeye çalışırlar. Kuran'ın bazı hükümleri
konusunda, “içinde bulundukları yüzyılda hayatın temposunun yüksek olduğunu ve
bu nedenle namaza vakit bulunamadığını” ya da bu zamanın insanlarının farklı
olduğunu ve kendini korumak için mecburen dürüstlükten, tevazudan, merhametten
taviz verilmesi gerektiği” gibi çarpık mantıklarla ibadetlerden kaçmaya
çalışırlar. Kuran ayetlerine karşı kendilerince birtakım teviller öne sürmeye
kalkan bu kişiler, aşağıdaki ayetin hükmü içindedirler:
De ki: "Siz Allah'a
dininizi mi öğreteceksiniz? Oysa Allah, göklerde ve yerde olanları bilir.
Allah, herşeyi bilendir." (Hucurat Suresi, 16)
Adamlık
dini mensupları, gerçek bir ahiret inancına da sahip değildirler. Ahireti,
dinin birçok hükmünde olduğu gibi, dil ucuyla kabul ederler, oysa gerçekte ona
iman etmezler. Ancak Kuran'da, bu çarpık mantıkta olanların konumları ve ibret
verici sonları şu şekilde tarif edilmektedir:
İnsan, hayır istemekten
bıkkınlık duymaz; fakat ona bir şer dokundu mu, artık o, ye'se düşen bir
umutsuzdur. Oysa ona dokunan bir zarardan sonra tarafımızdan bir rahmet
tattırsak, mutlaka: "Bu benim (hakkım)dır. Ve ben kıyamet-saatinin
kopacağını da sanmıyorum; eğer Rabbime döndürülsem bile, muhakkak O'nun Katında
benim için daha güzel olanı vardır" der. Ama andolsun Biz, o kafirlere
yaptıklarını haber vereceğiz ve andolsun onlara, en kaba bir azaptan
tattıracağız. (Fussilet Suresi, 49-50)
Adamlık
dini içinde bir grup da vardır ki, birtakım kulaktan dolma bilgilerle
günahlarının cezasını bir süre cehennemde çektikten sonra cennete girecekleri
düşüncesiyle bu dünyada her türlü haram ve günahı işlemeyi kendilerine meşru
görürler. Cehennemde bir süre "sıkıntı" çektikten sonra cennete
girmeyi kendi düşük akıllarınca garanti sanırlar. Oysa bu batıl bir inançtır ve
insanın kendi kendini aldatmasının bir diğer örneğidir. Kuran'da, bu konudan
şöyle söz edilir:
Bu onların: "Ateş bize
sayılı günler dışında kesinlikle dokunmayacak" demelerindendir. Onların bu
iftiraları dinleri konusunda kendilerini yanılgıya düşürmüştür. Artık onları
kendisinde şüphe olmayan bir gün topladığımızda ve her bir nefse -kendileri
haksızlığa uğratılmaksızın- kazandığı tam olarak ödendiğinde ne olacak? (Al-i
İmran Suresi, 24-25)
Yine bir
başka ayette de aynı batıl inançtan söz edilir:
Dediler ki: "Sayılı
günlerin dışında, ateş asla bize değmeyecektir." De ki: "Allah
Katından bir ahid mi aldınız? -Ki Allah asla ahdinden dönmez- Yoksa Allah'a
karşı bilmediğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz?". (Bakara Suresi, 80)
Halbuki
durum sandıkları gibi değildir. Bir sonraki ayette, ahiretteki durum şöyle
haber verilir:
Hayır; kim bir kötülük işler de
günahı kendisini kuşatırsa, (artık) onlar, ateşin halkıdırlar, orada süresiz
kalacaklardır. (Bakara Suresi, 81)
Böyle
olmakla beraber Allah’tan bir rahmet olarak Peygamber Efendimiz (sav)’nin şöyle
bir hadisi de vardır:
Hz.
Peygamber (sav) şöyle buyurdular: “Kalbinde zerre miktarı iman bulunan kimse
ateşten çıkacaktır.” Ebu Said der ki: “Kim (bu ihbarın ifade ettiği hakikatten)
şüpheye düşerse şu ayeti okusun: “Allah şüphesiz zerre kadar haksızlık
yapmaz...” (Nisa Suresi, 40) (Tirmizi, Sıfatu Cehennem 10, (2601))
Adamlık
dini mensuplarının ve genel olarak da tüm inkarcıların cehennem azabı konusunda
kendi düşük akıllarınca bu denli çirkin bir cesaret göstermeleri, gerçekte
Allah'a ve ahirete olan imanlarının zayıf olmasından veya hiç olmamasından kaynaklanmaktadır.
Buna karşın müminler bu konuda son derece hassas ve her zaman ümit ve korku
içinde olurlar. Allah'ın azabından korkup sakınır, Allah'ın razı olmaması
ihtimalinden şiddetle korkarlar. Yüce Rabbimiz Allah'a sürekli olarak
günahlarının bağışlanması, kalplerinin kaymaması için dua ederler. Kuran'da
örneği verilen, "Rabbimiz, bizi hidayete
erdirdikten sonra kalplerimizi kaydırma..." (Al-i
İmran Suresi, 8) gibi dualar bunun örneğidir. Peygamber olan Hz. Yusuf da "Müslüman
olarak benim hayatıma son ver ve beni salihlerin arasına kat." (Yusuf
Suresi, 101) diye dua etmektedir.
Kısacası,
müminler kesinlikle kendilerini mükemmel, hatasız, eksiksiz insanlar olarak
görmez, aksine ellerinden geldiğince eksiklerini gidermeye, hatalarını
düzeltmeye, olgunlaşmaya çalışırlar. Bu nedenle de, Kuran'ın pek çok ayetinde
bildirildiği gibi, kendilerine yapılan uyarıları son derece titizlikle dikkate
alırlar. Adamlık dini mensupları kendilerini beğendikleri, kusursuz gördükleri
için hiçbir şekilde kendilerine verilen öğütleri dinlemezler. Allah'ın kitabına
davet edildiklerinde yüz çevirir ve kendilerinin zaten örnek birer Müslüman
olduklarını iddia ederek konuyu geçiştirmeye çalışırlar. Bu gibi kişilerin
durumu bir ayette şöyle haber verilir:
Kendisine Rabbinin ayetleri
öğütle hatırlatıldığı zaman, sırt çeviren ve ellerinin önden gönderdikleri
(amelleri)ni unutandan daha zalim kimdir? Biz gerçekten, kalpleri üzerine onu
kavrayıp anlamalarını engelleyen bir perde (gerdik), kulaklarına bir ağırlık
koyduk. Sen onları hidayete çağırsan bile, onlar sonsuza kadar asla hidayet
bulamazlar. (Kehf Suresi, 57)
Hatta
"ben çok dindar bir ailenin çocuğuyum", "benim dedem din
konusunda takdir edilen, fikri alınan bir alimdi, hacıydı, hocaydı"
türünden kendini temize çıkarmayı amaçlayan açıklamalar yaparlar. Veya eskiden
yaptıkları bir iyiliği, örneğin bir fakire verdikleri yüklü bir parayı gündeme
getirirler ve ne denli iyi bir insan olduklarını (!) ima ederler. Kuran'da,
böyle kişilerden şöyle bahsedilir:
Kendilerini (övgüyle) temize
çıkaranları görmedin mi? Hayır; Allah, dilediğini temizleyip yüceltir. Onlar,
"bir hurma çekirdeğindeki iplikçik kadar" bile haksızlığa
uğratılmazlar. Allah'a karşı nasıl yalan uyduruyorlar, bir bak. Bu, apaçık bir
günah olarak yeter. (Nisa Suresi, 49-50)
Bunun yanı
sıra, adamlık dini mensupları, kendi çarpık mantıklarına göre bazı ibadetler
üretirler ve bunları yapmakla cennete gideceklerini sanırlar. Bu dinin
mensuplarının ağzından "çalışmak da ibadettir" sözünü sık sık duymak
mümkündür. Çalışmak bir güzelliktir ve her mümin temiz ve iyi bir ahlak
göstererek çalışır. Ancak çalışmayı bahane ederek, Allah'ın hükümlerini
uygulamamak elbette samimi bir davranış değildir. Adamlık dini mensupları bu
mantıktan hareket ederek kendi mesleklerinin de birer ibadet olduğunu
söylerler. Bu çarpık mantığa göre, meslekleriyle " hizmet
ettikleri"ne göre, ayrıca Kuran'ın hükümlerini yerine getirmelerine gerek
yoktur. Bunu söyleyen kimi zaman memur, kimi zaman berber, kimi zaman doktor,
kimi zaman tüccar, kimi zamansa terzidir. Hepsi de insanlara meslekleriyle
yardımcı olduklarını, bunun da en büyük ibadet olduğunu düşünürler. İnsanlara
yardımcı olmak iyi bir vasıftır ama tek başına yeterli değildir. Üstelik bu
büyük bir yanılgıdır.
Bu
kişiler, kendilerine en iyi parayı, en iyi mevkiyi, en iyi şöhreti getirecek
olan ya da kolaylarına gelen işi ve hayat tarzını seçmişlerdir ve sonra da
yaptıkları bu işle ibadet yaptıklarını iddia ederler. İbadet, Allah'a kulluk
etmek demektir. İnsanlara yapılan bir yardım ise, ancak gerçekten Allah'ın
rızası aranarak yapılmışsa ibadet olur. Ancak bir insan, Kuran ahlakını
yaşamayıp, sonra da "ben şu insana yardım ediyorum, şunu tedavi ediyorum,
bu ibadettir" diyemez. Eğer ibadet yapmak, yani Allah'a kulluk etmek
istiyorsa, kişi Allah'ın farz kıldığı hükümleri eksiksiz olarak yerine getirmek
için çalışmalı, bununla birlikte Allah'ın emrettiği ahlakı da tam olarak
yaşamalıdır.
Tevbe
Suresi'ndeki bazı ayetler bu konuyu en iyi biçimde açıklar. Ayetlerde,
Peygamberimiz (sav) döneminde Mekke'deki müşriklerin Kabe'yi onarma ve hac için
Kabe'ye gelenlere su verme adetinden söz edilmekte ve müşriklerin yaptığı bu
hareketin, olumlu bir hareket de olsa, ibadet sayılmayacağı bildirilmektedir.
Çünkü ibadet, biraz önce de belirttiğimiz gibi, Allah'a kulluk etme demektir.
Oysa müşrikler Allah rızası için değil, gösteriş için ve bir de örf ve adet
gereği bu işi yapmaktadırlar:
Şirk koşanların, kendi
inkarlarına bizzat kendileri şahidler iken, Allah'ın mescidlerini onarmalarına
(hak ve yetkileri) yoktur. İşte bunlar, yaptıkları boşa gitmiş olanlardır. Ve
bunlar ateşte süresiz kalacak olanlardır. (Tevbe Suresi, 17)
Hacılara su dağıtmayı ve
Mescid-i Haram'ı onarmayı, Allah'a ve
ahiret gününe iman eden ve Allah yolunda cihad edenin (yaptıkları) gibi mi
saydınız? (Bunlar) Allah Katında bir olmazlar. Allah zulmeden bir topluluğa
hidayet vermez. (Tevbe Suresi, 19)
Adamlık
dininin ürettiği çarpık İslam anlayışının çeşitleri saymakla bitmez. Bu dinin
bazı mensupları da, tuttukları yolun doğruluğundan emin olur ve "Allah beni
seviyor, sevmeseydi bu evi, aileyi, malı, mülkü, verir miydi? Şimdiye kadar
Allah'tan ne istedimse oldu" şeklinde ifadelerle kendilerine olan
güvenlerini ifade ederler. Bu tür düşüncelerle kendilerini temize çıkarmaya
çalışırken, aşağıdaki ayetlerin hükmüne girebileceklerinin farkında
değildirler:
Onlar sanıyorlar mı ki,
kendilerine verdiğimiz mal ve çocuklarla Biz onların hayırlarına koşuyoruz
(veya yardım ediyoruz)? Hayır, onlar şuurunda değiller. (Müminun Suresi, 55-56)
Bir başka
ayette, olayın gerçek mahiyeti şöyle açıklanır:
Şu halde onların malları ve
çocukları seni imrendirmesin; Allah bunlarla ancak onları dünya hayatında
azaplandırmak ve canlarının inkar içindeyken zorlukla çıkmasını ister. (Tevbe
Suresi, 55)
Kimsenin
kendisinde bir ayrıcalık görmeye hakkı yoktur. Bir insan ancak Allah'a itaat
ediyor, O'nun hükümlerine elinden geldiğince uyuyor, günahlarından dolayı
Allah'tan bağışlanma diliyorsa, Allah Katında bir kurtuluş ve mutluluk
umabilir. Allah'a isyan etmiş, O'nun hükümlerine bile bile yüz çevirmiş, O'ndan
başka ilahlar edinmiş kimselerin kendilerini "dindar" gibi göstermeye
çalışmaları ise büyük bir samimiyetsizliktir. Nitekim Allah Kuran'da, benzer
bir iddiayı öne süren bazı Yahudilerle ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
De ki: "Ey Yahudi
olanlar, eğer siz, (bütün) insanlardan ayrı olarak yalnızca sizlerin gerçekten
Allah'ın velileri (dost ve sevgili kulları) olduğunuzu öne sürüyorsanız, şu
halde ölümü temenni edin; eğer doğru sözlü iseniz (bunu çekinmeden
yapın)." Oysa onlar, ellerinin öne takdim ettikleri dolayısıyla bunu
hiçbir zaman temenni edemezler. Allah, zalimleri bilendir. (Cuma Suresi, 6-7)
Adamlık
dini mensuplarının Müslümanlık anlayışında sadece bazı ibadetler vardır, ya da
çoğu zaman hiç yoktur ama dillerinde vardır. Müslümanlara destek olmanın, Allah
için yaşamanın, 5 vakit namaz kılmanın, Kuran'ı okumanın gerekliliğinden sık
sık bahsedilir, ama bu gerekler yerine getirilmez. Zaten adamlık dininde Kuran
ahlakının nereye kadar yaşanacağı ve sınırları Kuran'dan farklı olarak belirlenmiştir.
"Din de yaşanır, ama bir yere kadar, herşeyin bir sınırı vardır.
Abartmamak gerekir, hiçbir şeyin fazlası iyi değildir" gibi sapkın
mantıklar bu kişilerin ağzından sık sık duyulur.
Bu çarpık
mantığa sahip olan kimselerin dinin "fazlası"ndan kastettikleri, din
adına yapılacak herhangi bir fedakarlıktır. Bu kişiler, Müslümanların tarafında
bilinmemek, onlarla adlarının anılmaması, Allah için herhangi bir çabanın içine
girmemek, malını ve canını Allah yolunda kullanmamak ya da bunu kendi çıkarlarına
ters düşmeyecek yere kadar yapmak konusunda çok titizdirler. Kuran'da, dinin
yalnızca çıkarlarına ters düşmeyen yönlerini uygulayanlar şöyle tarif edilir:
İnsanlardan kimi, Allah'a bir
ucundan ibadet eder, eğer kendisine bir hayır dokunursa, bununla tatmin bulur
ve eğer kendisine bir fitne isabet edecek olursa yüzü üstü dönüverir. O,
dünyayı kaybetmiştir, ahireti de. İşte bu, apaçık bir kayıptır. (Hac Suresi,
11)
Kuran'da
tarif edilen Müslümanlık ise Allah'ın rızasını ve sevgisini bütün şahsi
çıkarların üstünde tutan, sadece ahiretten beklentisi olan, ciddi bir çaba
gerektiren ve Allah'a karşı dürüst olunan bir Müslümanlıktır. Buna karşın
adamlık dininde çıkarlar çoğunlukla her türlü inancın, dostluğun, sevginin
üzerindedir. Bu nedenledir ki adamlık dini mensupları müminleri açıkça
desteklemekten korkarlar. İtibar kaybı korkusuyla inançlarını dürüstçe
yaşayamazlar. Doğru bildiklerini her zaman savunamazlar. Onlar için, içinde
bulundukları toplumun düşünceleri, işleri, arkadaşları ya da malları, Allah'tan
ve O'nun rızasından daha önemlidir. Kuran'da, bu durumda olan insanlar için şu
hüküm verilir:
De ki: "Eğer
babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız
mallar, az kâr getireceğinden korktuğunuz ticaret ve hoşunuza giden evler,
sizlere Allah'tan, O'nun Resulünden ve O'nun yolunda cihad etmekten daha
sevimli ise, artık Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyedurun. Allah, fasıklar
topluluğuna hidayet vermez. (Tevbe Suresi, 24)
Ayette
adamlık dininin yücelttiği birtakım temel değer yargıları sayılmakta ve bu
değer yargılarını İslami değer yargılarından üstün tutmanın "fasık"
(yoldan çıkmış, Allah'a isyan etmiş) bir topluluğun özelliği olduğu
anlatılmaktadır. Bu fasıklar topluluğunun sahip olduğu hatalı sevgi anlayışı da
bu değer yargıları arasında yer alır. Adamlık dininde toplum ve insan sevgisi
çoğu zaman Allah sevgisinin önünde gelir. "İnsanların rızası"
Allah'ın rızasının önünde tutulur. Bu durum, Kuran'da "şirk", yani
Allah'tan başkasını ilah edinmek olarak açıklanmaktadır:
İnsanlar içinde, Allah'tan
başkasını eş ve ortak tutanlar (şirk koşanlar) vardır ki, onlar (bu eş ve
ortakları), Allah'ı sever gibi severler. İman edenlerin Allah'a olan sevgisi
ise daha güçlüdür... (Bakara Suresi, 165)
Ancak bu
kimseler şirkin yalnızca tahtadan, alçıdan putlara tapmaktan ibaret olduğunu
sandıkları için, kendilerini bundan tamamen uzak görürler. İçinde bulundukları
sistemin şirk sistemi olduğu kendilerine söylendiğinde ise, büyük bir kızgınlık
duyarlar. Ancak şirk (ortak) koşanlar her ne kadar kendilerini temize
çıkartmaya çalışsalar da Allah'ın hükmü kesindir, Kuran'da, "Hiç
şüphesiz, Allah, Kendisi'ne şirk koşanları bağışlamaz. Bunun dışında kalanlar
ise, (onlardan) dilediğini bağışlar. Kim Allah'a şirk koşarsa elbette o uzak
bir sapıklıkla sapmıştır." (Nisa Suresi, 116) ayetiyle müşriklerin konumları
bildirilmiştir.
Adamlık
dininin "batıl kitabı" ise, atalardan gelen kültürün ve toplumun o
günkü şartlarının oluşturduğu kurallar bütünüdür. Bu nedenle, büyük bir
akılsızlık sonucu, Kuran, "yol gösterici" olarak kabul edilmez. Bu
nedenle de çoğu zaman Kuran okunmaz. Kuran okunması için sadece cenazeler gibi
belirli olayların olması gerekir. Oysa bu ancak, usta ve sinsi bir şeytani
yöntemle Kuran'ın insan hayatından uzaklaştırılması demektir. Allah, Kuran'da
bu kimselerin durumuyla ilgili olarak şöyle bildirir:
Ve elçi dedi ki: "Rabbim
gerçekten benim kavmim, bu Kur'an'ı terk edilmiş (bir kitap) olarak
bıraktılar."(Furkan Suresi, 30)
Bundan
sonra, toplumun batıl prensipleri, garip kuralları, yanlış yetiştiriliş
biçimleri, kulaktan dolma bilgiler kabul edilir ve Yüce Allah'ın bildirdiği
dinden başka batıl ölçülere göre yaşanır. Oysa Allah, Kuran dışında bir sistemi
kendilerine rehber edinenlere ve buna rağmen kendilerini hala Müslüman
sananlara şöyle hitap eder:
Size ne oluyor? Nasıl hüküm
veriyorsunuz? Yoksa (elinizde) ders okumakta olduğunuz bir kitap mı var?
İçinde, neyi seçip-beğenirseniz, mutlaka sizin olacak diye. Yoksa sizin için
üzerimizde kıyamete kadar sürüp gidecek bir yemin mi var ki siz ne hüküm
verirseniz o, mutlaka sizin kalacak, diye. (Kalem Suresi, 36-39)
Adamlık
dini mensupları, Allah'ın seçtiği din yerine kendi istek ve tutkularını,
atalarından gelen kültürü ya da içinde bulundukları toplumun batıl kurallarını
yol gösterici kabul etmiş ve sapmışlardır. Bu şekilde, kendilerine Allah'ın bir
rahmeti sonucu gönderilen en mükemmel ve tek kurtuluş ümidi olan hak dini, az
ve çok kısa sürelik bir dünya menfaati karşılığında satmış olurlar. Bunun ne
kötü bir alış veriş olduğu Kuran'da şöyle belirtilir:
İşte bunlar, ahireti verip
dünya hayatını satın alanlardır; bundan dolayı azapları hafifletilmez ve
kendilerine yardım edilmez. (Bakara Suresi, 86)
İşte bunlar, hidayete
karşılık sapıklığı satın almışlardır; fakat bu alış verişleri bir yarar sağlamamış;
hidayeti de bulmamışlardır. (Bakara Suresi, 16)
Batıl
Dinden Kopup-Ayrılabilmek
Allah'ın
dinine (İslam'a) giren bir kişinin temel vasfı, yalnızca Allah'ı Rab
edinmesidir. Allah'ı Rab edindiğine göre, O'ndan başka hiçbir varlığı yol
gösterici olarak kabul edemez. Tüm yaşamını
Allah'ın gösterdiği şekilde, yani O'nun
"... muttakiler için yol gösterici olan..." (Bakara
Suresi, 2) kitabına, Kuran'a göre düzenleyecektir. Bu durumda, başka bir ahlak
sistemini benimsemesi söz konusu olamaz. Dolayısıyla iman eden bir insan Kuran
ahlakının tam tersi olan bir ahlaki sisteme bağlı olmaz. Hem Müslüman olup, hem
de atalarından gelen din-dışı geleneklerin takipçiliğini yapmaz. Kendi başına
bir "hayat felsefesi" de üretmez. O yalnızca Müslümandır; başka bir
ismi olmaz. Ona bu ismi Allah vermiştir. Kuran'da bu konu şöyle bildirilir:
Allah adına gerektiği gibi
cehd edin (çaba harcayın). O, sizleri seçmiş ve din konusunda size bir güçlük
yüklememiştir, atanız İbrahim'in dini(nde olduğu gibi). O (Allah) bundan daha önce
de, bunda (Kur'an'da) da sizi "Müslümanlar" olarak isimlendirdi; elçi
sizin üzerinize şahid olsun, siz de insanlar üzerine şahidler olasınız diye.
Artık dosdoğru namazı kılın, zekatı verin ve Allah'a sarılın, sizin Mevlanız
O'dur. İşte, ne güzel Mevla ve ne güzel yardımcı. (Hac Suresi, 78)
Kuran'ın
farklı surelerinde içinde bulundukları toplumun batıl dininden tümüyle kopup
ayrılan ve katıksız olarak Allah'ın dinine yönelen müminlerden söz edilir.
İçinde bulundukları toplumun batıl dinini kabul etmedikleri için ölüm
tehlikesiyle karşılaşan ve güvenlik için mağaraya sığınan "Ashab-ı
Kehf" (mağara ehli) bunlardan biridir. Kuran'da, Kehf Ehli'nin durumu
şöyle bildirilir:
Sen, yoksa Kehf ve Rakim
Ehli'ni Bizim şaşılacak ayetlerimizden mi sandın? (Kehf Suresi, 9)
Biz sana onların haberlerini
bir gerçek (olay) olarak aktarıyoruz. Gerçekten onlar Rablerine iman etmiş
gençlerdi ve Biz de onların hidayetlerini artırmıştık. Onların kalpleri
üzerinde (sabrı ve kararlılığı) raptetmiştik; (Krala karşı) Kıyam ettiklerinde
demişlerdi ki: "Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbi'dir; İlah olarak
biz O'ndan başkasına kesinlikle tapmayız, (eğer tersini) söyleyecek olursak,
andolsun, gerçeğin dışına çıkarız. Şunlar, bizim kavmimizdir; O'ndan başkasını
ilahlar edindiler, onlara apaçık bir delil getirmeleri gerekmez miydi? Öyleyse
Allah'a karşı yalan uydurup iftira düzenden daha zalim kimdir?"
(İçlerinden biri demişti ki:) "Madem ki siz onlardan ve Allah'tan başka
taptıklarından kopup-ayrıldınız, o halde, (dağlara çekilip) mağaraya sığının da
Rabbiniz size rahmetinden (bolca bir miktarını) yaysın ve işinizden size bir
yarar kolaylaştırsın." (Kehf Suresi, 13-16)
Ayetlerden
anlaşıldığı üzere, Allah'ın dinine teslim olan bir mümin, batıl dine mensup
olan insanlardan fikren tam anlamıyla uzaklaşmalı, ayrılmalıdır. Bu, mutlaka
fiziki bir ayrılık anlamına gelmez. Ashab-ı Kehf, karşı taraftan gelen saldırı
nedeniyle fiziksel olarak ayrılarak mağaraya girmiştir. Müminler, özellikle
zihinsel yönden, batıl dine mensup kişilerden kopmalıdır. Hz. Yusuf buna
örnektir. Mısır'da kendisine atılan bir iftira yüzünden zindana girmiş olduğu
dönemde zihinsel olarak inkarcılardan tamamen kopup ayrılmış durumdadır.
Zindanda kendisine soru soran kimselerle şöyle konuşur:
"... Doğrusu ben,
Allah'a iman etmeyen, ahireti de tanımayanların ta kendileri olan bir
topluluğun dinini terk ettim. Atalarım İbrahim'in, İshak'ın ve Yakub'un dinine
uydum. Allah'a hiçbir şeyle şirk koşmamız bizim için olacak şey değil. Bu, bize
ve insanlara Allah'ın lütuf ve ihsanındandır, ancak insanların çoğu
şükretmezler. Ey zindan arkadaşlarım, birbirinden ayrı (bir sürü) Rabler mi
daha hayırlıdır, yoksa kahhar (kahredici) olan bir tek Allah mı? Sizin
Allah'tan başka taptıklarınız, Allah'ın kendileri hakkında hiçbir delil
indirmediği, sizin ve atalarınızın ad olarak adlandırdıklarınızdan başkası
değildir. Hüküm, yalnızca Allah'ındır. O, Kendisi'nden başkasına kulluk
etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru olan din işte budur, ancak insanların çoğu
bilmezler." (Yusuf Suresi, 37-40)
Bir başka
ayette ise Hz. İbrahim ve onunla birlikte iman eden müminlerin batıl dine
mensup olan toplumdan kopup-ayrılmaları örnek gösterilir:
İbrahim ve onunla birlikte
olanlarda size güzel bir örnek vardır. Hani kendi kavimlerine demişlerdi ki:
"Biz, sizlerden ve Allah'ın dışında taptıklarınızdan gerçekten uzağız.
Sizi (artık) tanımayıp-inkar ettik. Sizinle aramızda, siz Allah'a bir olarak
iman edinceye kadar ebedi bir düşmanlık ve bir kin baş göstermiştir..."
(Mümtehine Suresi, 4)
Kafirun
Suresi ise müminlerle batıl din mensupları arasındaki ayrımın bir başka
ifadesidir:
De ki: "Ey kafirler. Ben
sizin taptıklarınıza tapmam. Benim taptığıma siz tapacak değilsiniz. Ben de
sizin taptıklarınıza tapacak değilim. Siz de benim taptığıma tapacak
değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim bana." (Kafirun Suresi, 1-6)
Mümin,
batıl din mensuplarıyla kendisi arasındaki ayrımı kesinlikle son derece titiz
bir biçimde yapmalıdır. İnkar edenlerin dininin hiçbir yönü, örneğin değer
yargıları, ahlak kuralları, davranış kalıpları, diyalog şekilleri vs. müminler
tarafından benimsenip uygulanmamalıdır. Mümin, batıl dindeki tavırları değil,
Kuran'da tarif edilen tavırları göstermekle yükümlüdür. Çünkü Kuran'da
müminlerin asaletine, ahlakına ve inancına en yakışan yürüyüş şekli ve hatta ses
tonu tarif edilmektedir. Allah ayetlerde şöyle buyurur:
İnsanlara yanağını çevirip
(büyüklenme) ve böbürlenmiş olarak yeryüzünde yürüme. Çünkü Allah, büyüklük
taslayıp böbürleneni sevmez. Yürüyüşünde orta bir yol tut, sesinden de (yüksek
perdeleri) eksilt. Çünkü, seslerin en çirkin olanı gerçekten eşeklerin sesidir.
(Lokman Suresi, 18-19)
Ancak
burada bir hususa dikkat etmek gerekir: Batıl dinler, farklı farklıdırlar ve
çok azı, Marksizm örneğinde olduğu gibi, Allah'ı inkar ettiğini açıkça söyler.
Buna karşın, Kuran'dan öğrendiğimiz gibi, batıl dinlerin mensuplarının önemli
bir bölümü, Allah'a inandıklarını, O'na itaat ettiklerini söylemektedirler.
Ancak bu samimiyetsiz bir iddiadır ve gerçekle hiçbir ilgisi yoktur.
Yaşadıkları hayat ve benimsedikleri ahlak anlayışı bu iddialarına ters
düşmektedir. Bir ayette batıl din mensuplarının söz konusu iddialarına şöyle
örnek verilir:
Haberin olsun; halis
(katıksız) olan din yalnızca Allah'ındır. O'ndan başka veliler edinenler (şöyle
derler:) "Biz, bunlara bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar diye ibadet
ediyoruz." Elbette Allah, kendi aralarında hakkında ihtilaf ettikleri
şeylerden hüküm verecektir. Gerçekten Allah, yalancı, kafir olan kimseyi
hidayete erdirmez. (Zümer Suresi, 3)
Başka
ayetlerde ise, batıl din mensuplarının kendilerine sorulduğu zaman, Allah'ın
varlığını ve kudretini kabul ettikleri, ancak dilleriyle kabul ettikleri bu
gerçeğin anlamını kavrayamadıkları ve O'ndan korkmadıkları haber verilir:
De ki: "Göklerden ve
yerden sizlere rızık veren kimdir? Kulaklara ve gözlere malik olan kimdir?
Diriyi ölüden çıkaran ve ölüyü diriden çıkaran kimdir? Ve işleri evirip-çeviren
kimdir? Onlar: "Allah" diyeceklerdir. Öyleyse de ki: "Peki siz
yine de korkup-sakınmayacak mısınız?" İşte bu, sizin gerçek Rabbiniz olan
Allah'tır. Öyleyse haktan sonra sapıklıktan başka ne var? Peki, nasıl hâlâ
çevriliyorsunuz? Böylece Rabbinin sözü o fasık kimseler üzerinde (şöyle)
gerçekleşmiştir ki: "Onlar şüphesiz iman etmezler." (Yunus Suresi,
31-33)
Andolsun, onlara:
"Gökleri ve yeri kim yarattı, güneşi ve ayı kim emre amade kıldı?"
diye soracak olursan, şüphesiz: "Allah" diyecekler. Şu halde nasıl
oluyor da çevriliyorlar? (Ankebut Suresi, 61)
Bu
nedenle, batıl dinleri teşhis ederken dikkatli olmak gerekir. Batıl dinlerin
mensupları, Kuran'ın da sadece "çıkarlarına ters düşmeyen kısmını"
kabul ediyor olabilirler. Ama dediğimiz gibi, kabul ettikleri, Kuran'ın
yalnızca bir kısmıdır ve Allah'ın hükmüne göre, Kuran'ın bir kısmına iman edip,
bir kısmını inkar etmek inkardır:
... Yoksa siz, Kitabın bir
bölümüne inanıp da bir bölümünü inkar mı ediyorsunuz? Artık sizden böyle
yapanların dünya hayatındaki cezası aşağılık olmaktan başka değildir; kıyamet
gününde de azabın en şiddetli olanına uğratılacaklardır. Allah,
yaptıklarınızdan gafil değildir. (Bakara Suresi, 85)
Allah bir
ayette müminlere şöyle buyurmaktadır:
... Bugün inkara sapanlar,
sizin dininizden (dininizi yıkmaktan) umut kesmişlerdir. Bugün size dininizi
kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslam'ı seçip-beğendim...
(Maide Suresi, 3)
Allah
bizlere din olarak İslam'ı seçmiştir. Tek doğru yol odur ve ondan başka her yol
(her din) batıldır. Hepimiz nasıl düşünmemiz, nasıl davranmamız, nasıl
konuşmamız, nasıl yaşamamız gerektiğini Allah'ın dininden öğrenmekle
yükümlüyüz.
Bu nedenle
Müslümana düşen, karşı karşıya olduğu toplumun durumunu Kuran'ın kıstaslarıyla
tahlil etmek ve ona göre davranmaktır. Eğer içinde bulunduğumuz toplumun
üyeleri, kendilerine Rab olarak Allah'ı değil de, birbirlerini ya da atalarını
kabul etmişlerse, kendilerine yol gösterici olarak Allah'ın kitabını değil de
başka kaynakları belirlemişlerse, Allah'ı unutmuş, O'nun hükümlerinden yüz
çevirmiş olurlar.
Sonuç
Kitap boyunca adamlık dininin
içinde bulunduğumuz toplumda ortaya çıkmış olan bazı önemli yönlerini
inceledik. Ancak şu bir gerçektir ki, adamlık dini, yalnızca içinde
bulunduğumuz çağ ve topluma ait batıl bir din değildir. Aksine, bu şeytani din,
her çağda ve her coğrafyada, hak dinden sapmış olan toplumların ortak dini durumundadır.
Yalnızca bu sahte dinin şekillerinde birtakım değişiklikler bulunur. Zaman ve
coğrafyaya göre toplumların adetleri, davranış kalıpları değişir, ama temel
mantık aynıdır. Örneğin adamlık dininin en temel özelliklerinden biri olan
gösteriş yapma, değişik toplumlarda değişik şekillerde gerçekleşiyor olabilir
ya da kibirin ve kendini beğenmişliğin dışa vurumu olan mimik ve jestler farklı
tarzlarda yapılıyor olabilir. Ama sonuçta temel mantık aynıdır.
Bu mantık,
baştan beri vurguladığımız gibi, adamlık dininin Allah'ı unutmuş, Kuran'da
bildirildiği gibi, "(Allah'ı)
arkalarında unutuluvermiş (önemsiz) bir şey edinmiş" (Hud
Suresi, 92) olmasının bir sonucudur. Bu sahte dinin mensupları, bu dünyaya
Allah'a kulluk etmek için geldiklerini, tek kurtuluşun O'nun rızası olduğunu
bilmezler. Oysa bizi yaratan, bize annelerimizin rahminde şekil ve suret veren,
bizi dünyaya yerleştiren, bu dünyayı bizim için döşeyip-hazırlayan, bizi
rızıklandıran, bizi yaşatan ve öldürecek olan Allah'tır. Bizim O'ndan başka hiçbir
velimiz, Rabbimiz, sahibimiz, İlahımız yoktur. O'ndan geldik ve O'na gidiyoruz.
Bu dünyada da fazla kalacak değiliz.
Madem
varlığımızın asıl mahiyeti budur, o halde geçici bir süre üstünde kalacağımız
dünyanın küçük menfaat hesaplarına girmek, dünyada birbirimize "hava
atmak", yok olmaya mahkum olan mal ve mülke hırsla bağlanmak, Allah'ın
dini dışında kendimize başka yol göstericiler, başka amaçlar, başka
"dava"lar seçmek, akıl karı değildir. Dünya, ahiretin tarlası olarak
yaratılmıştır. Ahirette Allah'ın
rahmetini ve cennetini kazanmamız, bu dünya üzerinde de huzurlu bir hayat
sürmemiz, ancak Allah'ın yoluna tabi olmamız, "Allah'a sarılmamız"
ile mümkün olabilir. Nitekim bize emredilen de budur:
... Allah'a sarılın, sizin
Mevlanız O'dur. İşte, ne güzel Mevla ve ne güzel yardımcı. (Hac Suresi, 78)
Tüm bu
kitap boyunca incelediklerimiz, bizlere adamlık dininin ürettiği çarpık
düşünce, bakış açısı, adet ve tavırları göstermektedir. Adamlık dininin söz
konusu özelliklerini Kuran'da tarif edilen hak dinle karşılaştırınca, ikisi
arasında ne denli büyük bir fark olduğu açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Bu
fark, iman ile küfür arasındaki farktır. Başka bir deyişle, Allah'ın dini ile
şeytanın ürettiği batıl din arasındaki farktır. Bundan dolayı, adamlık dini ile
İslam'ın herhangi bir benzerlik göstermesi, Müslümanların adamlık dininin
herhangi bir kısmını benimsemesi söz konusu olamaz. Bu nedenle de mümin,
adamlık dini toplumu içinde hemen ayırt edilir; toplumun üyeleri, onun
kendilerinden olmadığını kısa sürede anlarlar. Ancak nasıl olup da kendi
dinlerine bu kadar zıt bir karaktere sahip olduğunu anlayamazlar. Müminin
mantığı, onların mantığına tamamen terstir. Zaten bu nedenle de, tarih boyunca
adamlık dini mensupları, müminlerin nasıl bir mantığa sahip olduklarını
kavrayamamış ve hatta onları "delilik"le suçlamışlardır.
Oysa, asıl
kendilerinin içinde bulundukları sistemin hiçbir tutarlı, mantıklı dayanağı
yoktur. Söyledikleri sözler çoğunlukla birbiriyle çelişir. İslam'a uymak
gerektiğini söylerler, sonra da buna kendilerince sınırlamalar getirirler.
Dinin bazı hükümlerini kendi düşük akıllarınca "beğenir", ama fazla
"aşırı"ya kaçmamak gerektiğini söyleyerek bazı hükümlerin
uygulanmamasından yana tavır alırlar. "Biz Müslümanız" derler, ama
İslam'a göre yaşamak istemediklerini söylerler.
Bu mantık
dışı, çelişkili sözlerden de anlaşılacağı gibi, herhangi bir adamlık dini
mensubunun dini konular hakkında yaptığı yorumlar, öne sürdüğü fikir ve
düşünceler genellikle Kuran ayetleriyle taban tabana zıttır. Kuran'da bu tür
insanlardan şöyle bahsedilmektedir:
İnsanlardan kimi, hiçbir
bilgisi, yol göstericisi ve aydınlatıcı kitabı olmaksızın Allah hakkında
tartışır-durur. Allah'ın yolundan saptırmak amacıyla "gururla
salınıp-kasılarak" (bunu yapar); dünyada onun için aşağılanma vardır,
kıyamet günü de yakıcı azabı ona taddıracağız. (Hac Suresi, 8-9)
Halbuki
Kuran'daki gerçek dini anlayıp uygulamak için tam bir şuur açıklığına ve akla
ihtiyaç vardır ki, bu özelliklere sahip olanlar ancak müminlerdir. Kafirlerin
ve müşriklerin ise şuurları ve algıları kapalı, kavrayamayan kimseler
olduklarını Allah birçok ayetinde belirtmiştir:
Allah, onların kalplerini ve
kulaklarını mühürlemiştir; gözlerinin üzerinde perdeler vardır. Ve büyük azap
onlaradır. (Bakara Suresi, 7)
Andolsun, cehennem için
cinlerden ve insanlardan çok sayıda kişi yarattık (hazırladık). Kalpleri vardır
bununla kavrayıp-anlamazlar, gözleri vardır bununla görmezler, kulakları vardır
bununla işitmezler. Bunlar hayvanlar gibidir, hatta daha aşağılıktırlar. İşte bunlar
gafil olanlardır. (Araf Suresi, 179)
... Gerçekten onlar,
kavramayan bir topluluk olmaları dolayısıyla, Allah onların kalplerini
çevirmiştir. (Tevbe Suresi, 127)
Bundan
dolayıdır ki, adamlık dini, akılsız ve şuursuz insanların batıl dinidir. Halbuki aklı ve vicdanı, onu
din ahlakını yaşamaya yöneltir ki, insanın gerçek şanı, şerefi ve ebedi
mutluluğu bu dindedir.
İki din
arasındaki seçim, insana aittir. Bir ayette konu şöyle açıklanır:
Dinde zorlama (ve baskı)
yoktur. Şüphesiz, doğruluk (rüşd) sapıklıktan apaçık ayrılmıştır. Artık kim
tağutu tanımayıp Allah'a inanırsa, o, sapasağlam bir kulpa yapışmıştır; bunun
kopması yoktur. Allah, işitendir, bilendir. (Bakara Suresi, 256)
DARWINİZM'İN ÇÖKÜŞÜ
Darwinizm, yani evrim teorisi,
Yaratılış gerçeğini reddetmek amacıyla ortaya atılmış, ancak başarılı olamamış
bilim dışı bir safsatadan başka bir şey değildir. Canlılığın, cansız
maddelerden tesadüfen oluştuğunu iddia eden bu teori, evrende ve canlılarda çok
açık bir düzen bulunduğunun bilim tarafından ispat edilmesiyle ve evrimin
hiçbir zaman yaşanmadığını ortaya koyan 350 milyon fosilin bulunmasıyla
çürümüştür. Böylece Allah'ın tüm evreni ve canlıları yaratmış olduğu gerçeği,
bilim tarafından da kanıtlanmıştır. Bugün evrim teorisini ayakta tutmak için dünya
çapında yürütülen propaganda, sadece bilimsel gerçeklerin çarpıtılmasına,
taraflı yorumlanmasına, bilim görüntüsü altında söylenen yalanlara ve yapılan
sahtekarlıklara dayalıdır.
Ancak bu
propaganda gerçeği gizleyememektedir. Evrim teorisinin bilim tarihindeki en
büyük yanılgı olduğu, son 20-30 yıldır bilim dünyasında giderek daha yüksek
sesle dile getirilmektedir. Özellikle 1980'lerden sonra yapılan araştırmalar,
Darwinist iddiaların tamamen yanlış olduğunu ortaya koymuş ve bu gerçek pek çok
bilim adamı tarafından dile getirilmiştir. Özellikle ABD'de, biyoloji,
biyokimya, paleontoloji gibi farklı alanlardan gelen çok sayıda bilim adamı,
Darwinizm'in geçersizliğini görmekte, canlıların kökenini Yaratılış gerçeğiyle
açıklamaktadırlar.
Evrim teorisinin çöküşünü ve Yaratılış’ın delillerini diğer pek çok
çalışmamızda bütün bilimsel detaylarıyla ele aldık ve almaya devam ediyoruz.
Ancak konuyu, taşıdığı büyük önem nedeniyle, burada da özetlemekte yarar
vardır.
Darwin'i
Yıkan Zorluklar
Evrim
teorisi, tarihi eski Yunan'a kadar uzanan pagan bir öğreti olmakla birlikte,
kapsamlı olarak 19. yüzyılda ortaya atıldı. Teoriyi bilim dünyasının gündemine
sokan en önemli gelişme, Charles Darwin'in 1859 yılında yayınlanan Türlerin
Kökeni adlı kitabıydı. Darwin bu kitapta dünya üzerindeki farklı canlı
türlerini Allah'ın ayrı ayrı yarattığı gerçeğine kendince karşı çıkıyordu.
Darwin'in yanılgılarına göre, tüm türler ortak bir atadan geliyorlardı ve zaman
içinde küçük değişimlerle farklılaşmışlardı.
Darwin'in
teorisi, hiçbir somut bilimsel bulguya dayanmıyordu; kendisinin de kabul ettiği
gibi sadece bir "mantık yürütme" idi. Hatta Darwin'in kitabındaki
"Teorinin Zorlukları" başlıklı uzun bölümde itiraf ettiği gibi, teori
pek çok önemli soru karşısında açık veriyordu.
Darwin, teorisinin
önündeki zorlukların gelişen bilim tarafından aşılacağını, yeni bilimsel
bulguların teorisini güçlendireceğini umuyordu. Bunu kitabında sık sık
belirtmişti. Ancak gelişen bilim, Darwin'in umutlarının tam aksine, teorinin
temel iddialarını birer birer dayanaksız bırakmıştır.
Darwinizm'in
bilim karşısındaki yenilgisi, üç temel başlıkta incelenebilir:
1) Teori,
hayatın yeryüzünde ilk kez nasıl ortaya çıktığını asla açıklayamamaktadır.
2)
Teorinin öne sürdüğü "evrim mekanizmaları"nın, gerçekte evrimleştirici
bir etkiye sahip olduğunu gösteren hiçbir bilimsel bulgu yoktur.
3) Fosil
kayıtları, evrim teorisinin öngörülerinin tam aksine bir tablo ortaya
koymaktadır.
Aşılamayan
İlk Basamak: Hayatın Kökeni
Evrim
teorisi, tüm canlı türlerinin, bundan yaklaşık 3.8 milyar yıl önce dünyada
ortaya çıkan tek bir canlı hücreden hayali şekilde tesadüfen geldiklerini iddia
etmektedir. Tek bir hücrenin nasıl olup da milyonlarca kompleks canlı türünü
oluşturduğu ve eğer gerçekten bu tür bir evrim gerçekleşmişse neden bunun
izlerinin fosil kayıtlarında bulunamadığı, teorinin açıklayamadığı
sorulardandır. Ancak tüm bunlardan önce, iddia edilen evrim sürecinin ilk
basamağı üzerinde durmak gerekir. Sözü edilen o "ilk hücre" nasıl
ortaya çıkmıştır?
Evrim
teorisi, Yaratılış'ı cahilce reddettiği için, o "ilk hücre"nin,
hiçbir plan ve düzenleme olmadan, doğa kanunları içinde kör tesadüflerin ürünü
olarak meydana geldiğini iddia eder. Yani teoriye göre, cansız madde tesadüfler
sonucunda ortaya canlı bir hücre çıkarmış olmalıdır. Ancak bu, bilinen en temel
biyoloji kanunlarına aykırı bir iddiadır.
"Hayat
Hayattan Gelir"
Darwin,
kitabında hayatın kökeni konusundan hiç söz etmemişti. Çünkü onun dönemindeki
ilkel bilim anlayışı, canlıların çok basit bir yapıya sahip olduklarını varsayıyordu.
Ortaçağ'dan beri inanılan "spontane jenerasyon" adlı teoriye göre,
cansız maddelerin tesadüfen biraraya gelip, canlı bir varlık
oluşturabileceklerine inanılıyordu. Bu dönemde böceklerin yemek artıklarından,
farelerin de buğdaydan oluştuğu yaygın bir düşünceydi. Bunu ispatlamak için de
ilginç deneyler yapılmıştı. Kirli bir paçavranın üzerine biraz buğday konmuş ve
biraz beklendiğinde bu karışımdan
farelerin oluşacağı sanılmıştı. Etlerin kurtlanması da hayatın cansız
maddelerden türeyebildiğine bir delil sayılıyordu. Oysa daha sonra
anlaşılacaktı ki, etlerin üzerindeki kurtlar kendiliklerinden oluşmuyorlar,
sineklerin getirip bıraktıkları gözle görülmeyen larvalardan çıkıyorlardı.
Darwin'in Türlerin
Kökeni adlı kitabını yazdığı dönemde ise, bakterilerin cansız maddeden
oluşabildikleri inancı, bilim dünyasında yaygın bir kabul görüyordu. Oysa Darwin'in kitabının yayınlanmasından beş yıl
sonra, ünlü Fransız biyolog Louis Pasteur, evrime temel oluşturan bu inancı
kesin olarak çürüttü. Pasteur yaptığı uzun çalışma ve deneyler sonucunda
vardığı sonucu şöyle özetlemişti:
"Cansız
maddelerin hayat oluşturabileceği iddiası artık kesin olarak tarihe
gömülmüştür." (Sidney Fox, Klaus Dose, Molecular Evolution and The Origin
of Life, New York: Marcel Dekker, 1977, s. 2)
Evrim
teorisinin savunucuları, Pasteur'ün bulgularına karşı uzun süre direndiler.
Ancak gelişen bilim, canlı hücresinin karmaşık yapısını ortaya çıkardıkça,
hayatın kendiliğinden oluşabileceği iddiasının geçersizliği daha da açık hale
geldi.
20.
Yüzyıldaki Sonuçsuz Çabalar
20.
yüzyılda hayatın kökeni konusunu ele alan ilk evrimci, ünlü Rus biyolog
Alexander Oparin oldu. Oparin, 1930'lu yıllarda ortaya attığı birtakım
tezlerle, canlı hücresinin tesadüfen meydana gelebileceğini ispat etmeye çalıştı.
Ancak bu çalışmalar başarısızlıkla sonuçlanacak ve Oparin şu itirafı yapmak
zorunda kalacaktı:
"Maalesef
hücrenin kökeni, evrim teorisinin tümünü içine alan en karanlık noktayı
oluşturmaktadır." (Alexander I. Oparin, Origin of Life, (1936) New York, Dover
Publications, 1953 (Reprint), s.196)
Oparin'in
yolunu izleyen evrimciler, hayatın kökeni konusunu çözüme kavuşturacak deneyler
yapmaya çalıştılar. Bu deneylerin en ünlüsü, Amerikalı kimyacı Stanley Miller
tarafından 1953 yılında düzenlendi. Miller, ilkel dünya atmosferinde olduğunu
iddia ettiği gazları bir deney düzeneğinde birleştirerek ve bu karışıma enerji
ekleyerek, proteinlerin yapısında kullanılan birkaç organik molekül (aminoasit)
sentezledi. O yıllarda evrim adına önemli bir aşama gibi tanıtılan bu deneyin
geçerli olmadığı ve deneyde kullanılan atmosferin gerçek dünya koşullarından
çok farklı olduğu, ilerleyen yıllarda ortaya çıkacaktı. ("New Evidence
on Evolution of Early Atmosphere and Life", Bulletin of the American
Meteorological Society, c. 63, Kasım 1982, s. 1328-1330)
Uzun süren
bir sessizlikten sonra Miller'in kendisi de kullandığı atmosfer ortamının
gerçekçi olmadığını itiraf etti. (Stanley Miller, Molecular Evolution of
Life: Current Status of the Prebiotic Synthesis of Small Molecules, 1986, s. 7)
Hayatın
kökeni sorununu açıklamak için 20. yüzyıl boyunca yürütülen tüm evrimci çabalar
hep başarısızlıkla sonuçlandı. San Diego Scripps Enstitüsü'nden ünlü jeokimyacı
Jeffrey Bada, evrimci Earth dergisinde 1998 yılında yayınlanan bir
makalede bu gerçeği şöyle kabul eder:
Bugün, 20.
yüzyılı geride bırakırken, hala, 20. yüzyıla girdiğimizde sahip olduğumuz en
büyük çözülmemiş problemle karşı karşıyayız: Hayat yeryüzünde nasıl başladı? (Jeffrey Bada,
Earth, Şubat 1998, s. 40)
Hayatın
Kompleks Yapısı
Evrimcilerin
hayatın kökeni konusunda bu denli büyük bir açmaza girmelerinin başlıca nedeni,
Darwinistlerin en basit zannettikleri canlı yapıların bile olağanüstü derecede
kompleks özelliklere sahip olmasıdır. Canlı hücresi, insanoğlunun yaptığı bütün
teknolojik ürünlerden daha komplekstir. Öyle ki, bugün dünyanın en gelişmiş
laboratuvarlarında bile cansız maddeler biraraya getirilerek canlı bir hücre,
hatta hücreye ait tek bir protein bile üretilememektedir.
Bir
hücrenin meydana gelmesi için gereken şartlar, asla rastlantılarla
açıklanamayacak kadar fazladır. Ancak bunu detaylarıyla açıklamaya bile gerek
yoktur. Evrimciler daha hücre aşamasına gelmeden çıkmaza girerler. Çünkü
hücrenin yapı taşlarından biri olan proteinlerin tek bir tanesinin dahi tesadüfen
meydana gelmesi ihtimali matematiksel olarak "0"dır.
Bunun
nedenlerinden başlıcası bir proteinin oluşması için başka proteinlerin
varlığının gerekmesidir ki bu durum, bir proteinin tesadüfen oluşma ihtimalini
tamamen ortadan kaldırır. Dolayısıyla tek başına bu gerçek bile evrimcilerin
tesadüf iddiasını en baştan yok etmek için yeterlidir. Konunun önemi açısından
özetle açıklayacak olursak,
1. Enzimler olmadan protein sentezlenemez ve
enzimler de birer proteindir.
2. Tek bir proteinin sentezlenmesi için 100’e
yakın proteinin hazır bulunması gerekmektedir. Dolayısıyla proteinlerin varlığı
için proteinler gerekir.
3. Proteinleri sentezleyen enzimleri DNA üretir.
DNA olmadan protein sentezlenemez. Dolayısıyla proteinlerin oluşabilmesi için
DNA da gerekir.
4. Protein sentezleme işleminde hücredeki tüm
organellerin önemli görevleri vardır. Yani proteinlerin oluşabilmesi için,
eksiksiz ve tam işleyen bir hücrenin tüm organelleri ile var olması
gerekmektedir.
Hücrenin
çekirdeğinde yer alan ve genetik bilgiyi saklayan DNA molekülü ise, inanılmaz
bir bilgi bankasıdır. İnsan DNA'sının içerdiği bilginin, eğer kağıda dökülmeye
kalkılsa, 500'er sayfadan oluşan 900 ciltlik bir kütüphane oluşturacağı
hesaplanmaktadır.
Bu noktada
çok ilginç bir ikilem daha vardır: DNA, yalnız birtakım özelleşmiş proteinlerin
(enzimlerin) yardımı ile eşlenebilir. Ama bu enzimlerin sentezi de ancak
DNA'daki bilgiler doğrultusunda gerçekleşir. Birbirine bağımlı olduklarından,
eşlemenin meydana gelebilmesi için ikisinin de aynı anda var olmaları gerekir.
Bu ise, hayatın kendiliğinden oluştuğu senaryosunu çıkmaza sokmaktadır. San
Diego California Üniversitesi'nden ünlü evrimci Prof. Leslie Orgel, Scientific
American dergisinin Ekim 1994 tarihli sayısında bu gerçeği şöyle itiraf
eder:
Son derece
kompleks yapılara sahip olan proteinlerin ve nükleik asitlerin (RNA ve DNA)
aynı yerde ve aynı zamanda rastlantısal olarak oluşmaları aşırı derecede
ihtimal dışıdır. Ama bunların birisi olmadan diğerini elde etmek de mümkün
değildir. Dolayısıyla insan, yaşamın kimyasal yollarla ortaya çıkmasının asla
mümkün olmadığı sonucuna varmak zorunda kalmaktadır. (Leslie E. Orgel, The
Origin of Life on Earth, Scientific American, c. 271, Ekim 1994, s. 78)
Kuşkusuz
eğer hayatın kör tesadüfler neticesinde kendi kendine ortaya çıkması imkansız
ise, bu durumda hayatın yaratıldığını kabul etmek gerekir. Bu gerçek, en temel
amacı Yaratılış'ı reddetmek olan evrim teorisini açıkça geçersiz kılmaktadır.
Evrimin
Hayali Mekanizmaları
Darwin'in
teorisini geçersiz kılan ikinci büyük nokta, teorinin "evrim
mekanizmaları" olarak öne sürdüğü iki kavramın da gerçekte hiçbir
evrimleştirici güce sahip olmadığının anlaşılmış olmasıdır.
Darwin,
ortaya attığı evrim iddiasını tamamen "doğal seleksiyon"
mekanizmasına bağlamıştı. Bu mekanizmaya verdiği önem, kitabının isminden de
açıkça anlaşılıyordu: Türlerin Kökeni, Doğal Seleksiyon Yoluyla...
Doğal
seleksiyon, doğal seçme demektir. Doğadaki yaşam mücadelesi içinde, doğal
şartlara uygun ve güçlü canlıların hayatta kalacağı düşüncesine dayanır.
Örneğin yırtıcı hayvanlar tarafından tehdit edilen bir geyik sürüsünde, daha
hızlı koşabilen geyikler hayatta kalacaktır. Böylece geyik sürüsü, hızlı ve
güçlü bireylerden oluşacaktır. Ama elbette bu mekanizma, geyikleri
evrimleştirmez, onları başka bir canlı türüne, örneğin atlara dönüştürmez.
Dolayısıyla
doğal seleksiyon mekanizması hiçbir evrimleştirici güce sahip değildir. Darwin
de bu gerçeğin farkındaydı ve Türlerin Kökeni adlı kitabında "Faydalı
değişiklikler oluşmadığı sürece doğal seleksiyon hiçbir şey yapamaz"
demek zorunda kalmıştı. (Charles Darwin, The Origin of Species: A Facsimile
of the First Edition, Harvard University Press, 1964, s. 189)
Lamarck'ın
Etkisi
Peki bu
"faydalı değişiklikler" nasıl oluşabilirdi? Darwin, kendi döneminin
ilkel bilim anlayışı içinde, bu soruyu Lamarck'a dayanarak cevaplamaya
çalışmıştı. Darwin'den önce yaşamış olan Fransız biyolog Lamarck'a göre,
canlılar yaşamları sırasında geçirdikleri fiziksel değişiklikleri sonraki nesle
aktarıyorlar, nesilden nesile biriken bu özellikler sonucunda yeni türler
ortaya çıkıyordu. Örneğin Lamarck'a göre zürafalar ceylanlardan türemişlerdi,
yüksek ağaçların yapraklarını yemek için çabalarken nesilden nesile boyunları
uzamıştı. Darwin de benzeri örnekler vermiş, örneğin Türlerin Kökeni
adlı kitabında, yiyecek bulmak için suya giren bazı ayıların zamanla balinalara
dönüştüğünü iddia etmişti. (Charles Darwin, The Origin of Species: A
Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964, s. 184) Ama
Mendel'in keşfettiği ve 20.yüzyılda gelişen genetik bilimiyle kesinleşen
kalıtım kanunları, kazanılmış özelliklerin sonraki nesillere aktarılması
efsanesini kesin olarak yıktı. Böylece doğal seleksiyon "tek başına"
ve dolayısıyla tümüyle etkisiz bir mekanizma olarak kalmış oluyordu.
Neo-Darwinizm
ve Mutasyonlar
Darwinistler
ise bu duruma bir çözüm bulabilmek için 1930'ların sonlarında, "Modern
Sentetik Teori"yi ya da daha yaygın ismiyle neo-Darwinizm'i ortaya
attılar. Neo-Darwinizm, doğal seleksiyonun yanına "faydalı değişiklik
sebebi" olarak mutasyonları, yani canlıların genlerinde radyasyon gibi dış
etkiler ya da kopyalama hataları sonucunda oluşan bozulmaları ekledi.
Bugün de
hala bilimsel olarak geçersiz olduğunu bilmelerine rağmen, Darwinistlerin
savunduğu model neo-Darwinizm'dir. Teori, yeryüzünde bulunan milyonlarca canlı
türünün, bu canlıların, kulak, göz, akciğer, kanat gibi sayısız kompleks
organlarının "mutasyonlara", yani genetik bozukluklara dayalı bir
süreç sonucunda oluştuğunu iddia etmektedir. Ama teoriyi çaresiz bırakan açık
bir bilimsel gerçek vardır: Mutasyonlar
canlıları geliştirmezler, aksine her zaman için canlılara zarar verirler.
Bunun
nedeni çok basittir: DNA çok kompleks bir düzene sahiptir. Bu molekül üzerinde
oluşan herhangi bir tesadüfi etki ancak zarar verir. Amerikalı genetikçi B. G.
Ranganathan bunu şöyle açıklar:
Mutasyonlar
küçük, rasgele ve zararlıdırlar. Çok ender olarak meydana gelirler ve en iyi
ihtimalle etkisizdirler. Bu üç özellik, mutasyonların evrimsel bir gelişme
meydana getiremeyeceğini gösterir. Zaten yüksek derecede özelleşmiş bir
organizmada meydana gelebilecek rastlantısal bir değişim, ya etkisiz olacaktır
ya da zararlı. Bir kol saatinde meydana gelecek rasgele bir değişim kol saatini
geliştirmeyecektir. Ona büyük ihtimalle zarar verecek veya en iyi ihtimalle
etkisiz olacaktır. Bir deprem bir şehri geliştirmez, ona yıkım getirir. (B. G.
Ranganathan, Origins?, Pennsylvania: The Banner Of Truth Trust, 1988)
Nitekim
bugüne kadar hiçbir yararlı, yani genetik bilgiyi geliştiren mutasyon örneği
gözlemlenmedi. Tüm mutasyonların zararlı olduğu görüldü. Anlaşıldı ki, evrim
teorisinin "evrim mekanizması" olarak gösterdiği mutasyonlar,
gerçekte canlıları sadece tahrip eden, sakat bırakan genetik olaylardır.
(İnsanlarda mutasyonun en sık görülen etkisi de kanserdir.) Elbette tahrip
edici bir mekanizma "evrim mekanizması" olamaz. Doğal seleksiyon ise,
Darwin'in de kabul ettiği gibi, "tek başına hiçbir şey yapamaz." Bu
gerçek bizlere doğada hiçbir "evrim mekanizması" olmadığını
göstermektedir. Evrim mekanizması olmadığına göre de, evrim denen hayali süreç
yaşanmış olamaz.
Fosil
Kayıtları: Ara Formlardan Eser Yok
Evrim
teorisinin iddia ettiği senaryonun yaşanmamış olduğunun en açık göstergesi ise
fosil kayıtlarıdır.
Evrim
teorisinin bilim dışı iddiasına göre bütün canlılar birbirlerinden
türemişlerdir. Önceden var olan bir canlı türü, zamanla bir diğerine dönüşmüş
ve bütün türler bu şekilde ortaya çıkmışlardır. Teoriye göre bu dönüşüm yüz
milyonlarca yıl süren uzun bir zaman dilimini kapsamış ve kademe kademe
ilerlemiştir.
Bu
durumda, iddia edilen uzun dönüşüm süreci içinde sayısız "ara
türler"in oluşmuş ve yaşamış olmaları gerekir.
Örneğin
geçmişte, balık özelliklerini taşımalarına rağmen, bir yandan da bazı sürüngen
özellikleri kazanmış olan yarı balık-yarı sürüngen canlılar yaşamış olmalıdır.
Ya da sürüngen özelliklerini taşırken, bir yandan da bazı kuş özellikleri
kazanmış sürüngen-kuşlar ortaya çıkmış olmalıdır. Bunlar, bir geçiş sürecinde
oldukları için de, sakat, eksik, kusurlu canlılar olmalıdır. Evrimciler
geçmişte yaşamış olduklarına inandıkları bu hayali varlıklara "ara-geçiş
formu" adını verirler.
Eğer
gerçekten bu tür canlılar geçmişte yaşamışlarsa bunların sayılarının ve
çeşitlerinin milyonlarca hatta milyarlarca olması gerekir. Ve bu garip
canlıların kalıntılarına mutlaka fosil kayıtlarında rastlanması gerekir.
Darwin, Türlerin Kökeni'nde bunu şöyle açıklamıştır:
Eğer
teorim doğruysa, türleri birbirine bağlayan sayısız ara-geçiş çeşitleri mutlaka
yaşamış olmalıdır... Bunların yaşamış olduklarının kanıtları da sadece fosil
kalıntıları arasında bulunabilir. (Charles Darwin, The Origin of Species: A
Facsimile of the First Edition, Harvard University Press, 1964, s. 179)
Ancak bu
satırları yazan Darwin, bu ara formların fosillerinin bir türlü bulunamadığının
da farkındaydı. Bunun teorisi için büyük bir açmaz oluşturduğunu görüyordu. Bu
yüzden, Türlerin Kökeni kitabının "Teorinin Zorlukları"
(Difficulties on Theory) adlı bölümünde şöyle yazmıştı:
Eğer
gerçekten türler öbür türlerden yavaş gelişmelerle türemişse, neden sayısız ara geçiş formuna rastlamıyoruz? Neden
bütün doğa bir karmaşa halinde değil de, tam olarak tanımlanmış ve yerli
yerinde? Sayısız ara geçiş formu olmalı, fakat niçin yeryüzünün sayılamayacak
kadar çok katmanında gömülü olarak bulamıyoruz... Niçin her jeolojik yapı ve
her tabaka böyle bağlantılarla dolu değil? (Charles
Darwin, The Origin of Species, s. 172, 280)
Darwin'in
Yıkılan Umutları
Ancak 19.
yüzyılın ortasından bu yana dünyanın dört bir yanında hummalı fosil araştırmaları
yapıldığı halde bu ara geçiş formlarına rastlanamamıştır. Yapılan kazılarda ve
araştırmalarda elde edilen bütün bulgular, evrimcilerin beklediklerinin aksine,
canlıların yeryüzünde birdenbire, eksiksiz ve kusursuz bir biçimde ortaya
çıktıklarını göstermiştir. İngiliz paleontolog (fosil bilimci) Derek W. Ager,
bir evrimci olmasına karşın bu gerçeği şöyle itiraf eder:
Sorunumuz
şudur: Fosil kayıtlarını detaylı olarak incelediğimizde, türler ya da sınıflar
seviyesinde olsun, sürekli olarak aynı gerçekle karşılaşırız; kademeli evrimle
gelişen değil, aniden yeryüzünde oluşan gruplar görürüz. (Derek A. Ager,
"The Nature of the Fossil Record", Proceedings of the British
Geological Association, c. 87, 1976, s. 133)
Yani fosil
kayıtlarında, tüm canlı türleri, aralarında hiçbir geçiş formu olmadan eksiksiz
biçimleriyle aniden ortaya çıkmaktadırlar. Bu, Darwin'in öngörülerinin tam
aksidir. Dahası, bu canlı türlerinin yaratıldıklarını gösteren çok güçlü bir
delildir. Çünkü bir canlı türünün, kendisinden evrimleştiği hiçbir atası
olmadan, bir anda ve kusursuz olarak ortaya çıkmasının tek açıklaması, o türün
yaratılmış olmasıdır. Bu gerçek, ünlü evrimci Biyolog Douglas Futuyma
tarafından da kabul edilir:
Yaratılış
ve evrim, yaşayan canlıların kökeni hakkında yapılabilecek yegane iki
açıklamadır. Canlılar dünya üzerinde ya tamamen mükemmel ve eksiksiz bir
biçimde ortaya çıkmışlardır ya da böyle olmamıştır. Eğer böyle olmadıysa, bir
değişim süreci sayesinde kendilerinden önce var olan bazı canlı türlerinden
evrimleşerek meydana gelmiş olmalıdırlar. Ama eğer eksiksiz ve mükemmel bir
biçimde ortaya çıkmışlarsa, o halde sonsuz güç sahibi bir akıl tarafından
yaratılmış olmaları gerekir. (Douglas J. Futuyma, Science on Trial, New York:
Pantheon Books, 1983. s. 197)
Fosiller
ise, canlıların yeryüzünde eksiksiz ve mükemmel bir biçimde ortaya çıktıklarını
göstermektedir. Yani "türlerin
kökeni", Darwin'in sandığının aksine, evrim değil Yaratılış’tır.
İnsanın
Evrimi Masalı
Evrim
teorisini savunanların en çok gündeme getirdikleri konu, insanın kökeni
konusudur. Bu konudaki Darwinist iddia, insanın sözde maymunsu birtakım
yaratıklardan geldiğini varsayar. 4-5
milyon yıl önce başladığı varsayılan bu süreçte, insan ile hayali
ataları arasında bazı "ara form"ların yaşadığı iddia edilir. Gerçekte
tümüyle hayali olan bu senaryoda dört temel "kategori" sayılır:
1-
Australopithecus
2- Homo
habilis
3- Homo
erectus
4- Homo
sapiens
Evrimciler,
insanların sözde ilk maymunsu atalarına "güney maymunu" anlamına
gelen Australopithecus ismini verirler. Bu canlılar gerçekte soyu
tükenmiş bir maymun türünden başka bir
şey değildir. Lord Solly Zuckerman ve Prof. Charles Oxnard gibi İngiltere ve
ABD'den dünyaca ünlü iki anatomistin Australopithecus örnekleri üzerinde
yaptıkları çok geniş kapsamlı çalışmalar, bu canlıların sadece soyu tükenmiş
bir maymun türüne ait olduklarını ve insanlarla hiçbir benzerlik
taşımadıklarını göstermiştir. (Solly Zuckerman, Beyond The Ivory Tower, New
York: Toplinger Publications, 1970, s. 75-94; Charles E. Oxnard, "The
Place of Australopithecines in Human Evolution: Grounds for Doubt",
Nature, c. 258, s. 389)
Evrimciler
insan evriminin bir sonraki safhasını da, "homo" yani insan olarak
sınıflandırırlar. İddiaya göre homo serisindeki canlılar,
Australopithecuslar'dan daha gelişmişlerdir. Evrimciler, bu farklı canlılara
ait fosilleri ardı ardına dizerek hayali bir evrim şeması oluştururlar. Bu şema
hayalidir, çünkü gerçekte bu farklı sınıfların arasında evrimsel bir ilişki
olduğu asla ispatlanamamıştır. Evrim teorisinin 20. yüzyıldaki en önemli
savunucularından biri olan Ernst Mayr, "Homo sapiens'e uzanan zincir
gerçekte kayıptır" diyerek bunu kabul eder. (J. Rennie,
"Darwin's Current Bulldog: Ernst Mayr", Scientific American, Aralık
1992)
Evrimciler
"Australopithecus > Homo habilis > Homo erectus > Homo
sapiens" sıralamasını yazarken, bu türlerin her birinin, bir
sonrakinin atası olduğu izlenimini verirler. Oysa paleoantropologların son
bulguları, Australopithecus, Homo habilis ve Homo erectus'un dünya'nın
farklı bölgelerinde aynı dönemlerde yaşadıklarını göstermektedir. (Alan
Walker, Science, c. 207, 1980, s. 1103; A. J. Kelso, Physical Antropology, 1.
baskı, New York: J. B. Lipincott Co., 1970, s. 221; M. D. Leakey, Olduvai
Gorge, c. 3, Cambridge: Cambridge University Press, 1971, s. 272)
Dahası Homo
erectus sınıflamasına ait insanların bir bölümü çok modern zamanlara kadar
yaşamışlar, Homo sapiens neandertalensis ve Homo sapiens sapiens
(insan) ile aynı ortamda yan yana bulunmuşlardır. (Time, Kasım 1996) Bu ise elbette bu sınıfların birbirlerinin ataları
oldukları iddiasının geçersizliğini açıkça ortaya koymaktadır. Harvard
Üniversitesi paleontologlarından Stephen Jay Gould, kendisi de bir evrimci
olmasına karşın, Darwinist teorinin içine girdiği bu çıkmazı şöyle açıklar:
Eğer birbiri
ile paralel bir biçimde yaşayan üç farklı hominid (insanımsı) çizgisi varsa, o
halde bizim soy ağacımıza ne oldu? Açıktır ki, bunların biri diğerinden gelmiş
olamaz. Dahası, biri diğeriyle karşılaştırıldığında evrimsel bir gelişme trendi
göstermemektedirler. (S. J. Gould, Natural History, c. 85, 1976, s. 30)
Kısacası,
medyada ya da ders kitaplarında yer alan hayali birtakım "yarı maymun,
yarı insan" canlıların çizimleriyle, yani sırf propaganda yoluyla ayakta
tutulmaya çalışılan insanın evrimi senaryosu, hiçbir bilimsel temeli olmayan
bir masaldan ibarettir.
Bu konuyu
uzun yıllar inceleyen, özellikle Australopithecus fosilleri üzerinde 15
yıl araştırma yapan İngiltere'nin en ünlü ve saygın bilim adamlarından Lord
Solly Zuckerman, bir evrimci olmasına rağmen, ortada maymunsu canlılardan
insana uzanan gerçek bir soy ağacı olmadığı sonucuna varmıştır.
Zuckerman
bir de ilginç bir "bilim skalası" yapmıştır. Bilimsel olarak kabul
ettiği bilgi dallarından, bilim dışı olarak kabul ettiği bilgi dallarına kadar
bir yelpaze oluşturmuştur. Zuckerman'ın bu tablosuna göre en
"bilimsel" -yani somut verilere dayanan- bilgi dalları kimya ve
fiziktir. Yelpazede bunlardan sonra biyoloji bilimleri, sonra da sosyal
bilimler gelir. Yelpazenin en ucunda, yani en "bilim dışı" sayılan
kısımda ise, Zuckerman'a göre, telepati, altıncı his gibi "duyum ötesi
algılama" kavramları ve bir de
"insanın evrimi" vardır! Zuckerman, yelpazenin bu ucunu şöyle
açıklar:
Objektif
gerçekliğin alanından çıkıp da, biyolojik bilim olarak varsayılan bu alanlara
-yani duyum ötesi algılamaya ve insanın fosil tarihinin yorumlanmasına-
girdiğimizde, evrim teorisine inanan bir kimse için herşeyin mümkün olduğunu
görürüz. Öyle ki teorilerine kesinlikle inanan bu kimselerin çelişkili bazı
yargıları aynı anda kabul etmeleri bile mümkündür. (Solly Zuckerman, Beyond The
Ivory Tower, New York: Toplinger Publications, 1970, s. 19)
İşte
insanın evrimi masalı da, teorilerine körü körüne inanan birtakım insanların
buldukları bazı fosilleri ön yargılı bir biçimde yorumlamalarından ibarettir.
Darwin
Formülü!
Şimdiye
kadar ele aldığımız tüm teknik delillerin yanında, isterseniz evrimcilerin
nasıl saçma bir inanışa sahip olduklarını bir de çocukların bile anlayabileceği
kadar açık bir örnekle özetleyelim.
Evrim
teorisi canlılığın tesadüfen oluştuğunu iddia etmektedir. Dolayısıyla bu akıl
dışı iddiaya göre cansız ve şuursuz atomlar biraraya gelerek önce hücreyi
oluşturmuşlardır ve sonrasında aynı atomlar bir şekilde diğer canlıları ve
insanı meydana getirmişlerdir. Şimdi düşünelim; canlılığın yapıtaşı olan
karbon, fosfor, azot, potasyum gibi elementleri biraraya getirdiğimizde bir
yığın oluşur. Bu atom yığını, hangi işlemden geçirilirse geçirilsin, tek bir
canlı oluşturamaz. İsterseniz bu konuda bir "deney" tasarlayalım ve
evrimcilerin aslında savundukları, ama yüksek sesle dile getiremedikleri
iddiayı onlar adına "Darwin Formülü" adıyla inceleyelim:
Evrimciler,
çok sayıda büyük varilin içine canlılığın yapısında bulunan fosfor, azot,
karbon, oksijen, demir, magnezyum gibi elementlerden bol miktarda koysunlar.
Hatta normal şartlarda bulunmayan ancak bu karışımın içinde bulunmasını gerekli
gördükleri malzemeleri de bu varillere eklesinler. Karışımların içine,
istedikleri kadar amino asit, istedikleri kadar da protein doldursunlar. Bu
karışımlara istedikleri oranda ısı ve nem versinler. Bunları istedikleri
gelişmiş cihazlarla karıştırsınlar. Varillerin başına da dünyanın önde gelen
bilim adamlarını koysunlar. Bu uzmanlar babadan oğula, kuşaktan kuşağa
aktararak nöbetleşe milyarlarca, hatta trilyonlarca sene sürekli varillerin
başında beklesinler. Bir canlının oluşması için hangi şartların var olması
gerektiğine inanılıyorsa hepsini kullanmak serbest olsun. Ancak, ne yaparlarsa
yapsınlar o varillerden kesinlikle bir canlı çıkartamazlar. Zürafaları,
aslanları, arıları, kanaryaları, bülbülleri, papağanları, atları, yunusları,
gülleri, orkideleri, zambakları, karanfilleri, muzları, portakalları, elmaları,
hurmaları, domatesleri, kavunları, karpuzları, incirleri, zeytinleri, üzümleri,
şeftalileri, tavus kuşlarını, sülünleri, renk renk kelebekleri ve bunlar gibi
milyonlarca canlı türünden hiçbirini oluşturamazlar. Değil burada birkaçını
saydığımız bu canlı varlıkları, bunların tek bir hücresini bile elde edemezler.
Kısacası,
bilinçsiz atomlar biraraya gelerek
hücreyi oluşturamazlar. Sonra yeni bir karar vererek bir hücreyi ikiye bölüp,
sonra art arda başka kararlar alıp, elektron mikroskobunu bulan, sonra kendi
hücre yapısını bu mikroskop altında izleyen profesörleri oluşturamazlar. Madde,
ancak Allah'ın üstün yaratmasıyla hayat bulur. Bunun aksini iddia eden evrim
teorisi ise, akla tamamen aykırı bir safsatadır. Evrimcilerin ortaya attığı
iddialar üzerinde biraz bile düşünmek, üstteki örnekte olduğu gibi, bu gerçeği
açıkça gösterir.
Göz ve
Kulaktaki Teknoloji
Evrim
teorisinin kesinlikle açıklama getiremeyeceği bir diğer konu ise göz ve
kulaktaki üstün algılama kalitesidir.
Gözle
ilgili konuya geçmeden önce "Nasıl görürüz?" sorusuna kısaca cevap
verelim. Bir cisimden gelen ışınlar, gözde retinaya ters olarak düşer. Bu
ışınlar, buradaki hücreler tarafından elektrik sinyallerine dönüştürülür ve
beynin arka kısmındaki görme merkezi denilen küçücük bir noktaya ulaşır. Bu
elektrik sinyalleri bir dizi işlemden sonra beyindeki bu merkezde görüntü
olarak algılanır. Bu bilgiden sonra şimdi düşünelim:
Beyin
ışığa kapalıdır. Yani beynin içi kapkaranlıktır, ışık beynin bulunduğu yere
kadar giremez. Görüntü merkezi denilen yer kapkaranlık, ışığın asla ulaşmadığı,
belki de hiç karşılaşmadığınız kadar karanlık bir yerdir. Ancak siz bu zifiri
karanlıkta ışıklı, pırıl pırıl bir dünyayı seyretmektesiniz.
Üstelik bu
o kadar net ve kaliteli bir görüntüdür ki 21. yüzyıl teknolojisi bile her türlü
imkana rağmen bu netliği sağlayamamıştır. Örneğin şu anda okuduğunuz kitaba,
kitabı tutan ellerinize bakın, sonra başınızı kaldırın ve çevrenize bakın. Şu
anda gördüğünüz netlik ve kalitedeki bu görüntüyü başka bir yerde gördünüz mü?
Bu kadar net bir görüntüyü size dünyanın bir numaralı televizyon şirketinin
ürettiği en gelişmiş televizyon ekranı dahi veremez. 100 yıldır binlerce
mühendis bu netliğe ulaşmaya çalışmaktadır. Bunun için fabrikalar, dev tesisler
kurulmakta, araştırmalar yapılmakta, planlar ve tasarımlar geliştirilmektedir.
Yine bir TV ekranına bakın, bir de şu anda elinizde tuttuğunuz bu kitaba. Arada
büyük bir netlik ve kalite farkı olduğunu göreceksiniz. Üstelik, TV ekranı size
iki boyutlu bir görüntü gösterir, oysa siz üç boyutlu, derinlikli bir
perspektifi izlemektesiniz.
Uzun
yıllardır on binlerce mühendis üç boyutlu TV yapmaya, gözün görme kalitesine
ulaşmaya çalışmaktadırlar. Evet, üç boyutlu bir televizyon sistemi yapabildiler
ama onu da gözlük takmadan üç boyutlu görmek mümkün değil, kaldı ki bu suni bir
üç boyuttur. Arka taraf daha bulanık, ön taraf ise kağıttan dekor gibi durur.
Hiçbir zaman gözün gördüğü kadar net ve kaliteli bir görüntü oluşmaz. Kamerada
da, televizyonda da mutlaka görüntü kaybı meydana gelir. İşte evrimciler, bu
kaliteli ve net görüntüyü oluşturan mekanizmanın tesadüfen oluştuğunu iddia
etmektedirler. Şimdi biri size, odanızda duran televizyon tesadüfler sonucunda
oluştu, atomlar biraraya geldi ve bu görüntü oluşturan aleti meydana getirdi
dese ne düşünürsünüz? Binlerce kişinin biraraya gelip yapamadığını şuursuz
atomlar nasıl yapsın?
Gözün
gördüğünden daha ilkel olan bir görüntüyü oluşturan alet tesadüfen
oluşamıyorsa, gözün ve gözün gördüğü görüntünün de tesadüfen oluşamayacağı çok
açıktır. Aynı durum kulak için de geçerlidir. Dış kulak, çevredeki sesleri
kulak kepçesi vasıtasıyla toplayıp orta kulağa iletir; orta kulak aldığı ses
titreşimlerini güçlendirerek iç kulağa aktarır; iç kulak da bu titreşimleri
elektrik sinyallerine dönüştürerek beyne gönderir. Aynen görmede olduğu gibi
duyma işlemi de beyindeki duyma merkezinde gerçekleşir.
Gözdeki
durum kulak için de geçerlidir, yani beyin, ışık gibi sese de kapalıdır, ses
geçirmez. Dolayısıyla dışarısı ne kadar gürültülü de olsa beynin içi tamamen
sessizdir. Buna rağmen en net sesler beyinde algılanır. Ses geçirmeyen
beyninizde bir orkestranın senfonilerini dinlersiniz, kalabalık bir ortamın tüm
gürültüsünü duyarsınız. Ama o anda hassas bir cihazla beyninizin içindeki ses
düzeyi ölçülse, burada keskin bir sessizliğin hakim olduğu görülecektir.
Net bir
görüntü elde edebilmek ümidiyle teknoloji nasıl kullanılıyorsa, ses için de
aynı çabalar onlarca yıldır sürdürülmektedir. Ses kayıt cihazları, müzik
setleri, birçok elektronik alet, sesi algılayan müzik sistemleri bu
çalışmalardan bazılarıdır. Ancak, tüm teknolojiye, bu teknolojide çalışan
binlerce mühendise ve uzmana rağmen kulağın oluşturduğu netlik ve kalitede bir
sese ulaşılamamıştır. En büyük müzik sistemi şirketinin ürettiği en kaliteli
müzik setini düşünün. Sesi kaydettiğinde mutlaka sesin bir kısmı kaybolur veya
az da olsa mutlaka parazit oluşur veya müzik setini açtığınızda daha müzik
başlamadan bir cızırtı mutlaka duyarsınız. Ancak insan vücudundaki teknolojinin
ürünü olan sesler son derece net ve kusursuzdur. Bir insan kulağı, hiçbir zaman
müzik setinde olduğu gibi cızırtılı veya parazitli algılamaz; ses ne ise tam ve
net bir biçimde onu algılar. Bu durum, insan yaratıldığı günden bu yana
böyledir. Şimdiye kadar insanoğlunun
yaptığı hiçbir görüntü ve ses cihazı, göz ve kulak kadar hassas ve başarılı
birer algılayıcı olamamıştır.
Ancak
görme ve işitme olayında, tüm bunların ötesinde, çok büyük bir gerçek daha
vardır.
Beynin
İçinde Gören ve Duyan Şuur Kime Aittir?
Beynin
içinde, ışıl ışıl renkli bir dünyayı seyreden, senfonileri, kuşların
cıvıltılarını dinleyen, gülü koklayan kimdir?
İnsanın
gözlerinden, kulaklarından, burnundan gelen uyarılar, elektrik sinyali olarak
beyne gider. Biyoloji, fizyoloji veya biyokimya kitaplarında bu görüntünün
beyinde nasıl oluştuğuna dair birçok detay okursunuz. Ancak, bu konu hakkındaki
en önemli gerçeğe hiçbir yerde rastlayamazsınız: Beyinde, bu elektrik
sinyallerini görüntü, ses, koku ve his olarak algılayan kimdir? Beynin içinde
göze, kulağa, burna ihtiyaç duymadan tüm bunları algılayan bir şuur
bulunmaktadır. Bu şuur kime aittir?
Elbette bu
şuur beyni oluşturan sinirler, yağ tabakası ve sinir hücrelerine ait değildir.
İşte bu yüzden, herşeyin maddeden ibaret olduğunu zanneden
Darwinist-materyalistler bu sorulara hiçbir cevap verememektedirler. Çünkü bu
şuur, Allah'ın yaratmış olduğu ruhtur. Ruh, görüntüyü seyretmek için göze, sesi
duymak için kulağa ihtiyaç duymaz. Bunların da ötesinde düşünmek için beyne
ihtiyaç duymaz. Bu açık ve ilmi gerçeği okuyan her insanın, beynin içindeki
birkaç santimetreküplük, kapkaranlık mekana tüm kainatı üç boyutlu, renkli,
gölgeli ve ışıklı olarak sığdıran yüce Allah'ı düşünüp, O'ndan korkup, O'na
sığınması gerekir.
Materyalist
Bir İnanç
Buraya
kadar incelediklerimiz, evrim teorisinin bilimsel bulgularla açıkça çelişen bir
iddia olduğunu göstermektedir. Teorinin hayatın kökeni hakkındaki iddiası
bilime aykırıdır, öne sürdüğü evrim mekanizmalarının hiçbir evrimleştirici
etkisi yoktur ve fosiller teorinin gerektirdiği ara formların yaşamadıklarını
göstermektedir. Bu durumda, elbette, evrim teorisinin bilime aykırı bir düşünce
olarak bir kenara atılması gerekir. Nitekim tarih boyunca dünya merkezli evren
modeli gibi pek çok düşünce, bilimin gündeminden çıkarılmıştır. Ama evrim
teorisi ısrarla bilimin gündeminde tutulmaktadır. Hatta bazı insanlar teorinin
eleştirilmesini "bilime saldırı" olarak göstermeye bile
çalışmaktadırlar. Peki neden?..
Bu durumun
nedeni, evrim teorisinin bazı çevreler için, kendisinden asla vazgeçilemeyecek
dogmatik bir inanış oluşudur. Bu çevreler, materyalist felsefeye körü körüne
bağlıdırlar ve Darwinizm'i de doğaya getirilebilecek yegane materyalist
açıklama olduğu için benimsemektedirler. Bazen bunu açıkça itiraf da ederler.
Harvard Üniversitesi'nden ünlü bir genetikçi ve aynı zamanda önde gelen bir
evrimci olan Richard Lewontin, "önce materyalist, sonra bilim adamı"
olduğunu şöyle itiraf etmektedir:
Bizim
materyalizme bir inancımız var, 'a priori' (önceden kabul edilmiş, doğru
varsayılmış) bir inanç bu. Bizi dünyaya materyalist bir açıklama getirmeye
zorlayan şey, bilimin yöntemleri ve kuralları değil. Aksine, materyalizme olan
'a priori' bağlılığımız nedeniyle, dünyaya materyalist bir açıklama getiren
araştırma yöntemlerini ve kavramları kurguluyoruz. Materyalizm mutlak doğru
olduğuna göre de, İlahi bir açıklamanın sahneye girmesine izin veremeyiz.
(Richard Lewontin, "The Demon-Haunted World", The New York Review of
Books, 9 Ocak 1997, s. 28)
Bu sözler,
Darwinizm'in, materyalist felsefeye bağlılık uğruna yaşatılan bir dogma
olduğunun açık ifadeleridir. Bu dogma, maddeden başka hiçbir varlık olmadığını
varsayar. Bu nedenle de cansız, bilinçsiz maddenin, hayatı var ettiğine inanır.
Milyonlarca farklı canlı türünün; örneğin kuşların, balıkların, zürafaların,
kaplanların, böceklerin, ağaçların, çiçeklerin, balinaların ve insanların
maddenin kendi içindeki etkileşimlerle, yani yağan yağmurla, çakan şimşekle,
cansız maddenin içinden oluştuğunu kabul eder. Gerçekte ise bu, hem akla hem
bilime aykırı bir kabuldür. Ama Darwinistler kendilerince Allah'ın apaçık olan
varlığını kabul etmemek için, bu akıl ve bilim dışı kabulü cehaletle savunmaya
devam etmektedirler. Canlıların kökenine materyalist bir ön yargı ile bakmayan
insanlar ise, şu açık gerçeği görürler: Tüm canlılar, üstün bir güç, bilgi ve
akla sahip olan bir Yaratıcı’nın eseridirler. Yaratıcı, tüm evreni yoktan var
eden, en kusursuz biçimde düzenleyen ve tüm canlıları yaratıp şekillendiren
Allah'tır.
Evrim
Teorisi Dünya Tarihinin En Etkili Büyüsüdür
Burada
şunu da belirtmek gerekir ki, ön yargısız, hiçbir ideolojinin etkisi altında
kalmadan, sadece aklını ve mantığını kullanan her insan, bilim ve medeniyetten
uzak toplumların hurafelerini andıran evrim teorisinin inanılması imkansız bir
iddia olduğunu kolaylıkla anlayacaktır.
Yukarıda
da belirtildiği gibi, evrim teorisine inananlar, büyük bir varilin içine birçok
atomu, molekülü, cansız maddeyi dolduran ve bunların karışımından zaman içinde
düşünen, akleden, buluşlar yapan profesörlerin, üniversite öğrencilerinin,
Einstein, Hubble gibi bilim adamlarının, Frank Sinatra, Charlton Heston gibi
sanatçıların, bunun yanı sıra ceylanların, limon ağaçlarının, karanfillerin
çıkacağına inanmaktadırlar. Üstelik, bu saçma iddiaya inananlar bilim adamları,
pofesörler, kültürlü, eğitimli insanlardır. Bu nedenle evrim teorisi için
"dünya tarihinin en büyük ve en etkili büyüsü" ifadesini kullanmak
yerinde olacaktır. Çünkü, dünya tarihinde insanların bu derece aklını başından
alan, akıl ve mantıkla düşünmelerine imkan tanımayan, gözlerinin önüne sanki
bir perde çekip çok açık olan gerçekleri görmelerine engel olan bir başka inanç
veya iddia daha yoktur. Bu, Afrikalı bazı kabilelerin totemlere, Sebe halkının
Güneş'e tapmasından, Hz. İbrahim (as)'ın kavminin elleri ile yaptıkları
putlara, Hz. Musa (as)'ın kavminin içinden bazı insanların altından yaptıkları
buzağıya tapmalarından çok daha vahim ve akıl almaz bir körlüktür. Gerçekte bu
durum, Yüce Allah'ın Kuran'da işaret ettiği bir akılsızlıktır. Allah, bazı
insanların anlayışlarının kapanacağını ve gerçekleri görmekten aciz duruma
düşeceklerini birçok ayetinde bildirmektedir. Bu ayetlerden bazıları şöyledir:
Şüphesiz, inkar edenleri
uyarsan da, uyarmasan da, onlar için fark etmez; inanmazlar. Allah, onların
kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir; gözlerinin üzerinde perdeler vardır.
Ve büyük azab onlaradır. (Bakara Suresi, 6-7)
… Kalbleri vardır bununla
kavrayıp-anlamazlar, gözleri vardır bununla görmezler, kulakları vardır bununla
işitmezler. Bunlar hayvanlar gibidir, hatta daha aşağılıktırlar. İşte bunlar
gafil olanlardır. (Araf Suresi, 179)
Allah bir
başka ayetinde ise, bu insanların mucizeler görseler bile inanmayacak kadar
büyülendiklerini şöyle bildirmektedir:
Onların üzerlerine
gökyüzünden bir kapı açsak, ordan yukarı yükselseler de, mutlaka:
"Gözlerimiz döndürüldü, belki biz büyülenmiş bir topluluğuz"
diyeceklerdir. (Hicr Suresi, 14-15)
Bu kadar
geniş bir kitlenin üzerinde bu büyünün etkili olması, insanların gerçeklerden
bu kadar uzak tutulmaları ve 150 yıldır bu büyünün bozulmaması ise, kelimelerle
anlatılamayacak kadar hayret verici bir durumdur. Çünkü, bir veya birkaç
insanın imkansız senaryolara, saçmalık ve mantıksızlıklarla dolu iddialara
inanmaları anlaşılabilir. Ancak dünyanın dört bir yanındaki insanların, şuursuz
ve cansız atomların ani bir kararla biraraya gelip; olağanüstü bir
organizasyon, disiplin, akıl ve şuur gösterip kusursuz bir sistemle işleyen
evreni, canlılık için uygun olan her türlü özelliğe sahip olan Dünya gezegenini
ve sayısız kompleks sistemle donatılmış canlıları meydana getirdiğine
inanmasının, "büyü"den başka
bir açıklaması yoktur.
Nitekim,
Allah Kuran'da, inkarcı felsefenin savunucusu olan bazı kimselerin, yaptıkları
büyülerle insanları etkilediklerini Hz. Musa (as) ve Firavun arasında geçen bir
olayla bizlere bildirmektedir. Hz. Musa (as), Firavun'a hak dini anlattığında,
Firavun Hz. Musa (as)'a, kendi "bilgin büyücüleri" ile insanların
toplandığı bir yerde karşılaşmasını söyler. Hz. Musa (as), büyücülerle
karşılaştığında, büyücülere önce onların marifetlerini sergilemelerini emreder.
Bu olayın anlatıldığı ayetler şöyledir:
(Musa:) "Siz atın"
dedi. (Asalarını) atıverince, insanların gözlerini büyüleyiverdiler, onları
dehşete düşürdüler ve (ortaya) büyük bir sihir getirmiş oldular. (Araf Suresi,
116)
Görüldüğü
gibi Firavun'un büyücüleri yaptıkları "aldatmacalar"la - Hz. Musa
(as) ve ona inananlar dışında- insanların hepsini büyüleyebilmişlerdir. Ancak,
onların attıklarına karşılık Hz. Musa (as)'ın ortaya koyduğu delil, onların bu
büyüsünü, ayette bildirildiği gibi "uydurduklarını yutmuş" yani
etkisiz kılmıştır:
Biz de Musa'ya: "Asanı
fırlatıver" diye vahyettik. (O da fırlatıverince) bir de baktılar ki, o
bütün uydurduklarını derleyip-toparlayıp yutuyor. Böylece hak yerini buldu,
onların bütün yapmakta oldukları geçersiz
kaldı. Orada yenilmiş oldular ve küçük düşmüşler olarak tersyüz çevrildiler.
(Araf Suresi, 117-119)
Ayette de
bildirildiği gibi, daha önce insanları büyüleyerek etkileyen bu kişilerin
yaptıklarının bir sahtekarlık olduğunun anlaşılması ile, söz konusu insanlar
küçük düşmüşlerdir. Günümüzde de bir büyünün etkisiyle, bilimsellik kılıfı
altında son derece saçma iddialara inanan ve bunları savunmaya hayatlarını
adayanlar, eğer bu iddialardan vazgeçmezlerse gerçekler tam anlamıyla açığa
çıktığında ve "büyü bozulduğunda" küçük duruma düşeceklerdir.
Nitekim, yaklaşık 60 yaşına kadar evrimi savunan ve ateist bir felsefeci olan,
ancak daha sonra gerçekleri gören Malcolm Muggeridge evrim teorisinin yakın
gelecekte düşeceği durumu şöyle açıklar:
Ben kendim, evrim teorisinin, özellikle uygulandığı
alanlarda, geleceğin tarih kitaplarındaki en büyük espri malzemelerinden biri
olacağına ikna oldum. Gelecek
kuşak, bu kadar çürük ve belirsiz bir hipotezin inanılmaz bir saflıkla kabul
edilmesini hayretle karşılayacaktır. (Malcolm Muggeridge, The End of
Christendom, Grand Rapids: Eerdmans, 1980, s. 43)
Bu
gelecek, uzakta değildir aksine çok yakın bir gelecekte insanlar
"tesadüfler"in ilah olamayacaklarını anlayacaklar ve evrim teorisi
dünya tarihinin en büyük aldatmacası ve en şiddetli büyüsü olarak
tanımlanacaktır. Bu şiddetli büyü, büyük bir hızla dünyanın dört bir yanında
insanların üzerinden kalkmaya başlamıştır. Evrim aldatmacasının sırrını öğrenen
birçok insan, bu aldatmacaya nasıl kandığını hayret ve şaşkınlıkla
düşünmektedir.
Dediler ki: "Sen Yücesin, bize öğrettiğinden başka
bizim hiçbir bilgimiz yok. Gerçekten Sen, herşeyi bilen, hüküm ve hikmet sahibi
olansın." (Bakara Suresi, 32)
ARKA
KAPAK
İnsanların bir çoğunu,
kendileri farkında olmadıkları halde etkisi altına almış batıl bir din vardır.
Bu, kendini açıkça tanıtmayan, gizli bir dindir. Hiç bir yazılı kuralı yoktur. İnsanların
hareket ve tavırlarını, düşüncelerini kontrolü altına alır. İnsanlar, şuurunda
olmadan hayatları boyunca bu batıl dinin kurallarını uygular, bu batıl dinin
emir ve yasaklarına göre yaşarlar.
Bu batıl dine uyan kimseler,
kendilerine sorulduğunda belki, "Müslümanım" ya da "Hıristiyanım"
diyebilirler. Dinsiz, hatta ateist de olabilirler. Fakat her biri, aslında bu
gizli dinin mensubudur.
Bu din, başlangıçta insanların
önüne bir bütün olarak konulup kendilerine teklif edilmez. İnsanlar bu batıl
dini, dünyaya geldiklerinden itibaren aldıkları uzun telkinler sonucunda
benimserler. Bu nedenle, hareket, düşünce, tavır, hatta mimiklerinin bile bu
batıl dinden kaynaklandığını fark etmezler.
Bu batıl din, kendisine bağlananlara
hedef olarak "adam olma"yı gösterir. "Adam olmak", bu batıl
dinin değer yargılarını benimsemek, kurallarını, yasaklarını ve davranış
biçimlerini uygulamak, karakter özelliklerini üzerinde taşımak demektir.
Toplumda kabul görmek, yadırganmamak, belirli bir yere gelebilmek için adam
olmak şarttır.
Bu batıl din "adam
olma"nın dinidir. Biz de buna kısaca, "Adamlık Dini" adını
vereceğiz.
YAZAR
HAKKINDA: Harun
Yahya müstear ismini kullanan Adnan Oktar, 1956 yılında Ankara'da doğdu.
1980'li yıllardan bu yana, imani, bilimsel ve siyasi konularda pek çok eser
hazırladı. Bunların yanı sıra, yazarın evrimcilerin sahtekarlıklarını,
iddialarının geçersizliğini ve Darwinizm'in kanlı ideolojilerle olan karanlık
bağlantılarını ortaya koyan çok önemli eserleri bulunmaktadır.
Yazarın
tüm çalışmalarındaki ortak hedef, Kuran'ın tebliğini dünyaya ulaştırmak,
böylelikle insanları Allah'ın varlığı, birliği ve ahiret gibi temel imani
konular üzerinde düşünmeye sevk etmek ve inkarcı sistemlerin çürük temellerini
ve sapkın uygulamalarını gözler önüne sermektir. Nitekim yazarın, bugüne kadar
73 ayrı dile çevrilen 300’den fazla eseri, dünya çapında geniş bir okuyucu
kitlesi tarafından takip edilmektedir.
Harun
Yahya Külliyatı, -Allah'ın izniyle- 21. yüzyılda dünya insanlarını Kuran'da
tarif edilen huzur ve barışa, doğruluk ve adalete, güzellik ve mutluluğa
taşımaya bir vesile olacaktır.